Bilince zorla müdahale: Ne amaçlanıyor?
Bir yüzyıldan fazla bir süredir, insan bilincine dışarıdan müdahale etme konusunda kapsamlı araştırmalar yapılıyor. Biyomühendislik çalışmaları popüler olsalar da henüz emekleme aşamasındalar. Buna karşılık, nörofarmakolojik araştırmalar çok daha köklü bir birikime sahip.
Önder KULAK - Kurtul GÜLENÇ
Bir süredir Hamide Zekeriya İtil Vakfı (HZİ) etrafında sürdürülen tartışmalar aslında ne Türkiye’de ne de dünyada yeni. Dışarıdan fiziksel bir müdahaleyle bireyin bilinç içeriminin iradesine rağmen bir başkası tarafından kontrol edilebilmesi on yıllardır burjuva iktidarların hayali.
DIŞARIDAN MÜDAHALE
Toplumsal manipülasyon biçimleri üzerinden bireyin bilincine sızmak, bilincini şekillendirmek ve böylece onu yanılsama örüntüleri arasına itmek, nihayetinde kırılgan bir çaba. Maddi yaşamın üretiminden toplumsal bilinç biçimlerine katılımına değin, bireyin yaşam pratiğiyle uyumlu olmayan fikirler, toplumdaki varoluşuna yabancı bir mahiyet taşıdıklarından ki, her zaman sönümlenmeye açık. Dolayısıyla bu çaba, işleyen manipülasyonda süreklilik, bireyin kendi özbilincini üretmesine müsaade etmeme ve onu bu üretimin imkanlarından yoksunlaştırma gibi birtakım elverişli koşullara ihtiyaç duyar. Bütün bunları sağlamak da yine mutlak bir hakimiyet için yeterli değil. Öyle ki, antikapitalist fikirlere sahip azımsanmayacak bir toplam mevcut.
Eğer beynin kimyasal ve fizyolojik yapısına müdahaleyle bilinç içerimlerini değiştirme olanağı olsaydı, düzenin korunması belki daha az meşakkatli olabilirdi. Kolayca bilinçteki içeriklere erişebilmek, istenen içerikleri eklerken istenmeyen içerikleri çıkarmak ve ihtiyaç halinde bilinci nispeten işlevsizleştirmek mümkün olurdu.
Bir yüzyıldan fazla bir süredir, insan bilincine dışarıdan müdahale etme konusunda kapsamlı araştırmalar yapılıyor. Bugünlerde çeşitli biyomühendislik çalışmaları popüler olsalar da henüz emekleme aşamasındalar. Buna karşılık, tarihi yirminci yüzyılın ortalarına kadar uzanan nörofarmakolojik araştırmalar çok daha köklü bir birikime sahip.
Nörofarmakolojik araştırmaların başlıca amacı, psikoaktif maddeler sayesinde verili bilinç içerimini bozmak ve telkinler aracılığıyla bilinci istenen formda yeniden şekillendirmektir. Tarihsel örneklere bakıldığında, düzeni tehdit ettiği düşünülen siyasi yapılara mensup kimselerin burada öncelikli hedefler olduğu söylenebilir. Bu kişilerin kendilerine yönelen fiziksel ve bilişsel saldırılar karşısında dirençli olmaları beklenir. Dolayısıyla esaret altında olsalar dahi söz konusu bireylerden hassas bilgiler almak, aidiyetlerini terk etmelerini ve karşı saflara geçmelerini sağlamak pek olağan bir durum değil. Bunu değiştirmek üzere, ABD ve müttefiki iktidarların on yıllardır psikoaktif maddeleri birer saldırı ve işkence aracı olarak kullandığına dair pek çok veri ve kanıt var.
DİSTOPYALARIN GÖLGESİ
Gelecekte bahsi geçen nörofarmakolojik araştırmaların daha ileri sonuçlar elde etmesi şaşırtıcı olmaz. Peki belirli bir eşiğin ardından, söz konusu kimyasalların örneğin ilk olarak mahkumlarda ve savaş esirlerinde, daha sonra tüm toplum nezdinde kullanılması olağanlaştırılmaya çalışılabilir mi? Bunun yanıtı aslında gelecekten ziyade geçmişte saklı. Zira bugünün burjuva iktidarları geçmişin birikimleri üzerinde otururlar. Örneğin toplumda önce kapalı bir yapıyı temsil eden toplama kampları, zamanla dışa açılmış ve pratikleri tüm toplumsal ilişkilere sirayet etmiştir. Bu etki artık şu ya da bu ölçüde verili ilişkilerin bir parçası. Geçmiş örnekler takip edilerek, bilhassa zor kullanımında belirli bir süreklilik zinciri olduğu belirtilebilir. Bugün insanların sabah kalktıklarında psikoaktif içerikli ilaçlar almalarının önerildiği, hatta zorunlu tutulduğu bir gelecek tasavvuru şu an bir distopya konusu olarak anılabilir ancak böylesi bir koşul olağanlaştırıldığı ölçüde hapishanelerden tüm topluma doğru açılması sadece bir adım uzaklıkta olacaktır. Neticede kurucu iktidar nezdinde temel olan, hakimiyetin en meşakkatsiz şekilde korunmasıdır.
Güncel kapitalizm giderek derinleşen yapısal sorunlarıyla her geçen gün işlerliğini yitiriyor. Bu sorunların tetiklediği süreğen kriz ortamında, iktidarların hoşnutsuz kalabalıkları ikna edemedikleri ve kendilerini tehdit altında hissettikleri durumlarda, doğrudan bedeni hedef alan katıksız bir şiddet alanına tekrar yönelmeleri beklenebilir. İnsan bilincine zorla müdahale de olanaklılığına bağlı olarak, zamanla merkezi bir önem kazanabilir. Kaldı ki kapitalizmin yerini gelecekte toplumsal mülkiyet temelinde bir toplum almayacaksa, bir distopyaya varmak kaçınılmaz. Ekranlarda sergilenen distopyalara bakılırsa, psikoaktif maddelerin öne çıktığı örneklerden biri de pekala mümkün.
Kalabalıkların her sabah Prozium isimli psikoaktif içerikli ilacı alıp telkinlerle güne başladıkları distopik Equilibrium (2002) filminde devlet, bireylere bedenlerini ve bilinçlerini Prozium’a teslim etmeleri ya da katledilmeleri dışında bir seçenek bırakmıyor. Bu ikilemi reddeden bireyler, ancak ki bir karşı-şiddet örgütleyip Libria’nın dışında bir yaşam kurarak yeni bir seçenek yaratabilmekteler. Sokaklarda sürekli devriyelerin dolaştığı, her noktada metrelerce duvarların yükseldiği Libria’da, insanlar üretimin sürdürülmesi dışında fişi çekilmiş birer makineden farksızlar. Çünkü Prozium’un desteklediği benlik yitimi ve duygulardan arınmışlık toplumda resmi bir övünç kaynağı. Bu sert toplumsal iklimin siyasal düzleminde, bir yanda bedenin korunması, bilince dışarıdan bir müdahalenin reddi ve Libria denen distopik yapıyı şiddet yoluyla yıkma çabası, bir yanda ise bedenin ve bilincin mutlak anlamda ele geçirilmesi ve Libria’nın korunması var. Böylesi bir gelecek şu an bulunulan noktadan ne kadar uzak olsa da dünden daha yakın olduğu da yadsınamaz bir gerçek.