Bilip de susmak
Esme ARAS
Deneyimli, Orhan Kemal Öykü Ödüllü (2013) bir yazar Gamze Güller. Son kitabı “Zürafanın Bildiği” Everest Yayınları tarafından Şubat 2024’te yayımlandı. On üç öykünün yer aldığı kitabı okumaya başladığınızda dikkati ilk çeken, yazarın kurduğu arı dil oluyor. Dilde bu yalınlığa ulaşmak zor. Örüp sökmeniz, yeni baştan yazmanız, silip atmanız, kesip parçalara ayırmanız, tekrar birleştirmeniz gerekir. Bunu nasıl yapacağını bilmek de zamanla yaza yaza, yaza boza edinilecek bir tecrübe. Yazarın dediği gibi “Metinlerimizi, kendimizi kanata kanata yazıyoruz” cümlesinde gizli biraz.
SIKIŞMIŞLIK VE KISITLANMIŞLIK
Öykü fazlalıkları, uzun ve bol tasvirleri, ağdalı cümleleri, afili aforizmaları barındıran bir tür değil. Bu noktada ne anlatacağından ziyade neyi nasıl anlatacağı kadar, ne yapmak istediğini -en başında- bilmek de yazar açısından önemli. Yazar sınırlarını iyi çizmeli. Öykü, her gün yazı masasının başına oturabilenlerin, onu sabırla dokuyabilenlerin işi daha çok. Ben yaptım/yazdım oldu anlayışının çok uzağında; türü bu denli hafife alacak, kolaycılığa kaçacak kişilerin işi değil. Yoğun emek istiyor. İşte Gamze Güller, odaklandığı tema kadar dili ve bu uğraşıyı ne denli önemsediğini vurgulamak için her kitabında denediği üzere yeni anlatım biçimlerine kafa yorarak kaleme almış öykülerini. Dilde sadeleşmek göründüğü kadar kolay olmaz. Bir solukta okunan metinlerin o aşamaya gelebilmesinin ardında çoğu kez “dille bir atmosfer oluşturma” çabası yatar. Bu anlamda yazar, metinde o istenilen akıcılığa ulaşabilmek için cümlelerini kısa tutmuş. Ses tekrarlarına ve ikilemelerin yardımına baş vururken, az sözcükle etkili bir anlatım yakalamış.
Kitabın ilk öyküsü, bir inşaat şirketinin çaycısı İsmet’in bakış açısıyla okura iletilmiş. Onun yaşamı, zürafa kadar öyle uzun boylu, çalıştığı plaza binası gibi arşa değme çabasında değil. İş merkezinde yüksek mevkilere, makam ve tavanlara ancak uzun boyunlu olanlar yaraşır ki beyaz yakalı denir onlara. Ama burada sınıfsal farklılıkları eşitleyen bir başka bakış açısından söz eder bize yazar: Sıkışmışlık ve kıstırılmış hâlinden. Görmezden ve bilmezden gelerek yaşamını sürdüren insan evladının körlüğünden. İster suskunluğundan ister sessizliğinden isterse sesini yitirmişliğinden diyelim. Ama kendinden başkasına bakış atmaz, ses etmez insan, buna tenezzül bile etmez. Sanırsın ki bir zürafa, ağzı var dili yok! Oysa zürafa, insanla göz teması kurabilmek için boynunu yere eğer. Onun seviyesine çıkamayanların seviyesine iner burada.
DÜNYANIN HOYRATLIĞI
Bir şeyin farklı açılar ve bakış yüksekliklerinden fotoğrafının çekilmesi gibi bağlamlı, bağımsız öyküler arasında ilerledikçe, başka anlatıcı ve karakterlerin gözünden okumalar yaparız. Bu kapatılmışlık hissi kuşlarda, hayvanat bahçelerinde de karşımıza çıkar. Aslında kafeslenen, kendi kendini kafesleyen kimdir? Kafesin içi neresidir? Cevaplar ararız. Kurduğumuz şehirler mi yoksa? Sonra, bir dolmuşun içinde halkın arasına karışırız. Hayatta, yaşarken olmayan şey belki bir ölüm ânında gerçekleşir ve herkes bir gün bir yerde eşitlenir. Yoksa ayrımcılıklar orada da mı devam eder? Zihnimiz açılmış, katmanlar görünmüş, gözümüzün önündeki perde kalkmıştır. Sorup dururuz. Bir yazar, yazmak ve yazamamak sancısı arasında gidip gelen sarkaçta kendine yeni (yine de) bir hayat yaratabilir mi? Pavyon ışıkları yanıp sönerken, ışıklı ayakkabının pili bitene dek her adımda mutlu olabilir mi bir kadın? Öyle ya, günün birinde kafamız atarsa, arabamıza biner gideriz. Özgürlüğü, bağımsızlığı çağrıştıran o makinelerin içine tıkılıp kalır, bazen de çekip gidemeyiz. Orası bir evin, kurulu bir düzenin rutininden, sorumluluklarından kaçmak isteyip kaçamadığımız yere dönüşür.
Oysa hızlı akan dünyanın hoyratlığından, vahşiliği ve bencilliğinden saklanma, yavaşlama ihtiyacı da duyar insan. Köşesine çekilmek ister, kabuklu bir hayvan gibi. Hele ölmeye yatan birinin yanında olmak, soluğu kesilene dek onun elini tutmak ne zordur. Bilen bilir, hemen tanır, anlar birbirini gözünden. Bir diğerinin sesi, kendi sessizliğin oluverir. Başka dünyalara, ülkelere gitmek de farklı değildir. Yabancılık duygusuyla baş etmeye çabalarken, insanı geçmişe bağlayan ipler ansızın kopuverir. Yerin üstü biter, altındaki dehlizler kapana kıstırır seni. Bir insanla bir köpek, işte o anda eşitlenir. Dışarıya çıksan, yolunu kaybedersin. Sanırsın ki distopik bir ülkenin çıkmaz sokaklarındasın. Aslında en kötüsü sanmaktır. Sanmak en kötüsüdür. Aklın varsa başa döner, iç dürtüleri yerine iç güdüleri olanlara güvenirsin. Bakmasını bilirsen sana ayna tutarlar. Dünyanın kenarına çok yaklaşmışken yolunu ancak doğrultabilirsin. Tabii hâlâ şansın varsa!