Bir gün mutlaka
Ne diyordu Şair? “Bir gün mutlaka yeneceğiz, ey eski zaman sarrafları... Bitecek bir gün bu zulüm bitecek bu han-ı yağma... Bir gün mutlaka yeneceğiz! Bunu söyleyeceğiz bin defa!.. Yürüyeceğiz yeniden yaratılmanın coşkusuyla... yürüyeceğiz çoğala çoğala.”

İnsanın kişisel tarihi kimi zaman kendi tarihi olmaktan çıkar; iyi-kötü, acı- tatlı geniş kesimlerce paylaşılan, öznel olmaktan çıkan tarih bilgisine dönüşür. Bir büyük kumpasın ortasında, güçler dengesinin inişli çıkışlı bir döneminde Cumhuriyet gazetesi çalışanları olarak bizim de payımıza bir süre Silivri sonra Kandıra tutukevlerinde ikamet zorunluluğu düşmüştü. Sürüp giden bir dava olarak bizim hikâyemiz, bizim tarihimiz olmaktan çıktı. Çok yönlü bir bilgidir artık. Çok yönlülüğü medyaya bir saldırı olmasının yanı sıra ilginç olan yine özgün bir tarih bilgisi olarak bizim tutsaklığımızın yalancı tanıklarının gazetemizin içinden çıkmış olmasıydı. Her neyse, payımıza düşeni yattık çıktık. Gazetedeki görevlerimize döndük. Ne var ki kısa bir süre sonra gazete yönetimi de öngörüldüğü, planlandığı gibi mi diyelim, değişmişti. Yeni yönetim hızla, ne olur ne olmaz diye belki, kimi arkadaşlarımızın işine son verdi. Ben de zamanın ruhuna boyun eğmemek için oturdum “Sondan bir önceki” başlıklı bir yazı yazdım. Sondan bir önceki değilmiş son yazıymış. Arkadaşlarımızla birlikte artık nasıl bir gazete olacağını da bilemediğimiz sevgili gazetemizden ayrıldık. Gazetede kalan arkadaşların pek çoğu gazetecilik yapmayı, yazmayı, zor koşullarda da olsa gazeteciliğin ilkelerine uymak için çaba göstermeyi sürdürüyorlar.
Yazı yazmayı nerede sürdürebilirim diye düşünür, belki BirGün’de yazabilirim diye umutlanırken, değerli dostum Doğan Tılıç kapıyı araladı. “Sondan bir önceki” yazısından sonrasını BirGün gazetesinde yazmaya başlayarak sürdürdüm. Sağ olsunlar beni bağırlarına bastılar. BirGün farklı bir gazetedir. Patronu yoktur, gençtir, ama daha 21 yaşındayken olgunluğu yakalamayı başarmıştır. Halktan ve gerçeklerden yana tutumundan hiç taviz vermemiştir. Yoğun yaşadığımız günlerin kahramanları gençler de BirGün’le hemen hemen aynı yaş kuşağındadırlar. O nedenle de gençliğin heyecanını, benim gibi yaş almış olanlara, ihtiyarlığı hâlâ yakıştıramıyorum kendime, meydanı yavaş yavaş terk etmesi gerekenlere bile bulaştırabiliyorlar. Peki hem bu kadar genç olmak hem de memleketin, memleket insanlarının, yoksulların, askerî darbelerle köşeye sıkıştırılmış sınıfların, gençlerin, kadınların bütün dertlerini büyük bir bilgelikle anlatabilme olgunluğuna ulaşmak nasıl başarılabildi. Düşünüyorum da aslında bu durumda bir tuhaflık yok. Hayat öğretiyor, soldan bakış ise gerçeğin izini sürmenizi mümkün kılıyor. Olgunluk yalnızca BirGün’de değil, onun son günlerde heyecanlarını heyecanla aktardığı gençlerdedir. Büyük bir sessizlik döneminden sonra uzun sürmüş bir iktidar döneminin ağır baskısına rağmen bu gençler nasıl oldu da birdenbire büyük bir olgunlukla memleketin sorunlarından uzak olmadıklarını etkili bir şekilde gösterebildiler? Bu sorunun yanıtı toplumsal hafıza denilen gerçeklikte yatıyor. BirGün 21 yıl önce doğdu ama sahip çıktığı büyük bir gazetecilik birikimi vardı. Gazete işte o birikime sahip çıktı ve toplumsal hafızanın yeniden canlanmasında üzerine düşen görevi yerine getirdi.
Toplumsal hafızadan söz ediyoruz ama kuşkusuz toplumsal sınıfların varlığını görmezden gelen insanları gelir durumlarına ve statülerine göre parçalayan böylece yeni kategorilerle dağıtan Weberci bir yaklaşımdan da uzak durarak anlamaya çalışıyoruz toplumsal hafızayı. Sömürenle sömürüleni aynı toplumsal hafıza kabında değerlendirmeyi dayatan bir hafızadan söz etmiyoruz. Böyle bir ortak hafıza yok ya da belirsiz kimi söylemlerle sınırlı. Son kitlesel hareketler farklı yaş gruplarını sokağa çıkardı. Orta yaş ve üzerinde olanlar son yirmi yılı yoğun bir şekilde yaşamış ve şikâyetlerini biriktirmiş olanlardan oluşuyordu. Gençler ise son 20-25 yılda büyüdüler. Son yıllarda başlarına gelen yoksulluğu, liselerde, üniversitelerde gördüklerini belki de henüz anlamlandırabilmiş değillerdi. Onların toplumsal hafızası uyanmayı bekleyen bir Dev’e benziyor. Hiç değişmeyen bir iktidar partisiyle birlikte doğmuşlardı neredeyse ve önce anneleri babaları sokağa çıktığında toplumsal hafıza uyandı. Toplumsal hafıza boşluğu hızla kapatan bir toplumsal psikolojiye denk düşer. İstanbul Üniversitesi’nin önünde toplanan on binlerin engelleri barışçı bir şekilde aşarak Saraçhane’deki büyük kitleye katılmaları böyle oldu. Onlar sokağa çıktıklarında 12 yıl önceki Gezi olaylarını hatırlamıyorlardı. Gezi olayları tüm ülkeyi sardığında 10-12 yaşlarında çocuklardı şimdinin gençleri. Geziyi bir “ortasınıf” hareketi gibi anlamaya ve anlatmaya çalışanlar gençleri ikna edemediler. Gerçek gösterdi ki o haziranda sokağa çıkanlar emek gücünü sermayeye satan işçi sınıfının asli üyeleriydiler bir diğer kesim ise emek gücünü kamu işletmelerine satan emekçilerdi. Yakalarının rengi ve yaşam tarzları çeşitliliği esası değiştirmiyordu. 12 yıl sonra da tablo değişmemişti ama bu kez geniş bir işsiz ya da emekli işçi sınıfı mensupları, yoksulluğu geçen on yılda katmerlenmiş olan kesimler de sokaktaydı. Toplum kesimlerinin hafızalarındaki boşluk bu nedenle hızla doldu. Doğal olarak gençlerin öne geçmesi kendilerine ortasınıf etiketi yapıştırılmış olanları mutlu etti. Zaten gittikçe artan yoksulluk bu ortasınıf masalını çoktan sona erdirmişti.19 Mart hareketinin, adalet ve hak kavramlarının ağır basmasının nedeni doğrudan iktidar kanadının otoriterleşmesi ve yoksullaşma ile bağlıdır. Hemen her bölgede farklı çevre, kadın, medyaya baskı vb nedenlerle uzun bir süredir itirazlarını dile getirenler de doğal olarak kendilerini bu hareketin içinde buldular. Sınıfsal toplumsal hafıza, egemenlerin gittikçe zayıflayan ve geç kalma korkusuyla tüm eğitimi dinselleştirme planları aksıyor telaşıyla lise öğretmenlerini de hedefe koyan, kendini tarikatlarla tanımlayan bir siyasal İslami çerçeveye sıkıştıran hafızasıyla karşı karşıya geldi. Bu bağlamda 19 Mart hareketinin ideolojisiz olduğunu, katılanların sağ ya da sol herhangi bir partiye bağlı olmadıklarını söylemek de moda kapsamındadır. Gerçekten de katılanların herhangi bir partiye mensup olduklarını söylemek doğru değildir, gerçeği yansıtmaz. Siyasi partilere üye olan ya da sempati duyanlar da vardır partisizler de. İdeolojisizliğe gelince, unutulan bir nokta var ki hareketi küçümseme eğiliminde olanlar bu konu üzerinde kafa yorsalar iyi olacaktır. Yüz binlik, milyonluk bir itirazın varlığı kendiliğinden ideolojiktir. Çünkü yüz binler milyonlar varolan otoriterleşmeye, yoksulluğa ve itiraz hakkının yeniden kazanılması hedeflerine kilitlenmiştir ve bu da başlıbaşına geniş anlamda ideolojidir.
Şimdi neredeyiz? BirGün gazetesini okumayı, olup bitene gerçeğin merceğinden, soldan bakmayı sürdürecek, toplumsal hafızamızın öngördüğü yere doğru ilerleyeceğiz. Başarı ya da bir yönetim değişikliği kesin değildir. Ama en azından boşluğun kapandığını, uzunca süre kendilerine Z kuşağı denilmiş, ne büyük haksızlık, Z alfabenin son harfidir, gençlerin önceki dönemlerde olup bitenleri bir üst düzeye çıkarmayı başardıklarını gördük. Bu arada 13 Nisan’da 83. yaşını kutladığımız büyük şairimiz Ataol Behramoğlu’nun “Bir Gün Mutlaka” şiiri de, gazetemizin adıyla anılmayı, bir büyük umudu hep canlı tutmayı öğretiyor bize. Ne diyordu Şair? “Bir gün mutlaka yeneceğiz, ey eski zaman sarrafları... Bitecek bir gün bu zulüm bitecek bu han-ı yağma... Bir gün mutlaka yeneceğiz! Bunu söyleyeceğiz bin defa!.. Yürüyeceğiz yeniden yaratılmanın coşkusuyla... yürüyeceğiz çoğala çoğala.”