Devrim Koçak, Nergis Hanım Hakkında Bazı Şeyler kitabı dili, karakterleri ve kurgusuyla dikkat çekiyor. Yazar gösterişli konuşma hırsından uzak, metnin sakin akışında birdenbire durdurup okuru yorumlarıyla sarsıyor.

Bir ilk roman - Bir ilk öykü kitabı

Deniz Sözüak Bakkal

2021 İlk Roman Ödülünü Devrim Koçak’ın Nergis Hanım Hakkında Bazı Şeyler kitabı kazandı. Dili, karakterleri, kurgusuyla adından sıkça söz ettirecek bir kitap bu.

Roman, bir banka profesyoneliyken kurumsal hayatı terk edip yaşamını roman yazıp evden çeviriler yaparak kazanmaya karar veren orta yaşlarındaki bir adamın sesiyle açılıyor. Gül Cemal Yılmaz, eşi Ayça tarafından terk edilmesini, alkol refikliğinde adapte olmaya çalıştığı yeni düzenini, kaybeden mizahıyla anlatmaya başlıyor. Bu yordamla tanıştığımız roman kahramanı, bizi kentli kaybeden erkek janrını okuyacağımıza ikna etmişken, kurgu, yönünü polisiyeye çevirerek okuru kendi denkleminde ilk eşiğinden geçiriyor.

Romanın muazzam bir ritme kavuştuğu ikinci bölümde, Nergis Hanım bize mektuplarıyla hikâyesini anlatıyor. Başlı başına roman içinde roman olan bu bölüm, küçük memuriyeti, bir yasak aşkı, dışlanmayı, bağışlanmayı, sürgünü ve taşrayı, doğumu ve ölümü; yani koca bir ömrü, 12 Eylül’den sonra ülkenin yaşadığı dönüşümlerle biçimliyor. Burada biraz durmak gerek; toplumcu gerçekçi türün edebiyatımızda öğüt vermek, parmak sallamak, hizaya çekmekle gerekçelenen gözden düşürücü hücumlara hedef olduğu on yıllardan sonra, son dönemde bu eleştirilere çalım atan ince işçilik yapıtlarla tanışıyoruz. Nergis Hanım Hakkında Bazı Şeyler’de de yaka paça gözaltılar, ev baskınları, kadın cinayetleri, değişen kamusal mekânlar, yükselen beton bloklar, özelleştirmeler hikâyenin temas kurduğu uğraklar olarak içeriği doygunlaştırırken siyasal iklimin sıradan insanların yaşamını belirleme gücü de bağırmadan ifşa ediliyor.

Gül Cemal’in sade ve ironik iç sesinin Nergis Hanım’ın zarif ve zengin diliyle yer değiştirdiği kurguda gerçekçi bulmadığım tek kişi, polis Hatice oldu. Hassasiyet ve yaklaşımlarıyla Hatice kafamızda sınırları rijitleşmiş polis stereotipin epey dışında bir kadın. İçinden çıktığı aile ve içine girdiği “teşkilat”a rağmen onun hassasiyetini neye borçlu olduğumuzun cevabı havada kalıyor. Hatice’nin ağzında pek çok laf fazla ve iddialı duruyor. Oysa Nergis Hanım öyle değil. Devrim Koçak, altmışlarındaki bu emekli öğretmeni bambaşka bir dil mimarisiyle konuşturuyor. Nergis Hanım konuştukça bir an bile gerçekliğinden şüpheye düşmüyorsunuz. Gül Cemal ise eski eş Ayça ve Nazım’la dostlukları üzerinden yaklaşabildiğimiz bir karakter. Önce Ayça’nın risk sevmeyen istikrarlı hayat beklentilerine karşılık veremediği için karısının gözünde devalüe olan bir adamı görüyoruz. Altüst olmuş düzenini toparlamaya çalışırken destek gördüğü arkadaşı Nazım’la kitabevi ve yazarlık üzerine sohbetleri sayesinde de giderek onu tanımaya başlıyoruz.

Yazarın kitap boyunca okuru dirik bir ilgiyle bu yüklü anlatıda tutabilmesinin sırrı, yalın dilinde. Gösterişli konuşma hırsından uzak, metnin sakin akışında birdenbire durdurup okuru yorumlarıyla sarsıyor.

Düş değil

Emre Falay, ilk öykü kitabı Düş Değil’i “yeryüzünün bütün fırtına kuşlarına” armağan etmiş. İthafıyla, adıyla kitabın neyi vaat ettiğini işaret ederek okura göz kırpıyor. Fırtına kuşlarıyla Gorki’ye, “Düş Değil” başlığıyla da Avusturya işçi marşına selam gönderiyor. Öykülerin politik içeriğiyle ilgili bu işaretler, kitabın biçimsel yapısında da karşılığını buluyor. Öykülerin her biri bir sonrakine el vererek ilerliyor.

Falay, Düş Değil’deki öykülerde kent yoksullarının dört duvar arasındaki kaygılarından işe yetişme telaşıyla doluştukları otobüslere, vapurlara; komşu kavgalarından mahpus damlarına gündelik hayattan insanların hikâyelerini, fırtına kuşları olan politik, örgütlü insanların yaşamlarından kesitleri işliyor.

On iki öykü var kitapta. Abdullah başlıklı öykü, büyük ve kalabalık bir meydanda kent uğultusunu kesen bir sesle açılıyor: “Kardeşler, ülkemiz Ortadoğu’da kanlı bir maceranın içinde.” Bu öyküde, imza toplayan gençlerin yanına elindeki tartısıyla yanaşan küçük Abdullah’ın hikâyesine yöneliyor yazar. Kurduğu sahne ve gerçekçi diyalogları sayesinde okurken o anda, o meydanda hissediyoruz kendimizi. Her şey gözlerimizin önünde gerçekleşiyor sanki. Yarım Kalan’da 2000’li yılların ortalarına gidiyoruz. Sabaha karşı aydınların evine yapılan baskınları, göz altıları hatırlatıyor yazar bize. Dalgalar halinde büyüyen tutuklamaların gölgesinde filizlenen bir aşkı işliyor bu öykü.

Limon öyküsünde ise vapurla karşıya geçen insanların pür dikkat takip ettiği bir seyyar satıcı ile tanışıyoruz. Defalarca denk geldiğimiz limon sıkacağı tanıtımını bir de yazarın ince gözlemiyle gülümseyerek okuyoruz. Vapur karşı iskeleye vardığında limon da başka bir anlama, başka bir ihtiyaca karşılık geliyor. Gezi günlerindeyiz…

“Koca bir ülkenin sessiz bir kabulleniş içinde giderek solarak, utanarak, bir süre sonra utanmayı da unutarak, çürüyerek yaşayıp gideceğine neredeyse ikna olacaktık” diyor yazar

Neredeyse demesi boşuna değil. Çünkü, İnsanlık Anıtı, bir devrim sahnesi. Meydanlar, sokaklar halk komitelerince tutulmuş. İnsan seli meclise doğru ilerliyor. Tekel işçisi babası sayesinde direnişi çocuk yaşta tanıyan Zehra, Ankara’ya geçmek derdinde.

Kitaba adını veren son öykü Düş Değil’de henüz bir yıllık bir ülkedeyiz. Yeniden kuruluşun umutlu insanlarıyla tanışıyoruz. Ayak bastığı toprakları şimdi gerçek bir yurt hâline getirmek için ağaç diken, heykel yontan, planlar yapan, hayal kuran insanlar bunlar.

Kolay kazanılmamış zafer gecesinden sonra sokağından başlayarak ülkesine ve geleceğine nihayet sahip olabilmişler. Okurken onların heyecanına, inancına ortak oluyorsunuz.

Öyküler birbirine el vererek ilerlerken, yazarın oluş süreçlerine odaklandığı kahramanları üzerinden bir ülkenin çeyrek asırlık Z raporunu alıyoruz. Şüphesiz, insan farkında olsun ya da olmasın kendisini toplumsal hercümercin içinde inşa ediyor. Falay’ın kahramanlarının var oluşlarında da siyasal iklimi hem kurgunun arka planı hem yaşamın ayrılmaz bir parçası olarak görüyoruz.

Emre Falay’ın öykülerinin öznesi, tarih karşısında iddia sahibi insanlar. Sadece öykü karakterleri değil, kurguya misafir ettiği sanat ürünleri de öyle. Sanat eserlerini birer karakter gibi işliyor yazar. Bir röportajında, resim, heykel ya da beste olarak kurmacaya gömdüğü sanat öğelerini, tarihin ileriye doğru sıçradığı dönemlerin yansıması, hatta onu daha ileriye taşıma arzusunun parçası olarak gördüğünü açıklamıştı. Yazarın bilhassa müziğe düşkünlüğü, kalemine yansımış. Okurken bir süre sonra sözcüklerin ritminin bir müziğe dönüştüğünü hissediyoruz. Hayali bir metronomun tuttuğu tempoda ilerlemek benim sıkça karşılaştığı bir durum değil. Falay’ın bu hassasiyeti övgüyü hak ediyor.

Her iki kitabın satırlarına sinen yoğun emek, özen okurunda doğal olarak büyük saygı uyandırıyor.