Tarık Torun’un kaleme aldığı ‘Ömrümün Sol Hali’nde genç bir siyasi hareketin gerçek anlamda ete kemiğe büründüğü bir şehirde, ona gönül vermiş genç ve fedakâr taraftarlarından birinin hikâyesini okuyacaksınız.

Bir insan ömrünü neye vermeli?

YALÇIN TEMUR

“İnsan gerektiğinde her yere sığıyor”. Kitap bu cümleyle açılıyor. Tarık Torun, hayatının izini sürmeye mezardan hallice bir sığınakta ayağının bedenine bir yük haline dönüştüğü o zorlu günlerde başlıyor. O günlerde başladığı sorgulama da 40 yıl sonra Su Yayınevi etiketiyle bir kitaba dönüşüyor.

Bir ömrü soldan bakarak yaşamış, farklı şehirlerde, farklı zamanlarda da ömrünün sol halinde kalmış bir devrimcinin kitabı bu. Torun da çileli bir yol seçtiğinin farkında. Kolay olan yoldan ne zaman saptığını merak ederek ilerliyor sorgulamasına: “Düşündükçe anlıyorum ki, insanın statükocu ve gelenekçi olması için doğar doğmaz bütün imkânlar seferber edilir. Daha ilk anda ezan sesi dinletilir, ardından farklı şeyler gelir. Aile içinde başlayan gelenekçi tutum, eğitim süreci ve diğer araçlar ile takviye edilerek devam ettirilir. İyi de ben bu rutinin ya da gelenekselin dışına ne zaman ve nasıl çıktım?”


Sığınakta bunları düşünürken, devrimci olmasına giden süreci anlatıyor bize. Bu süreç Rize Ticaret Lisesi ile Ardanuç arasında geçiyor. Esas hikâye 12 Eylül darbesi ile başlayan kır ve kaçaklık süreciyle başlıyor.

Darbe olmuş, Artvin’in birçok yerinde insanlar kırlara çıkıyor. Bu bir örgütlü çağrıyla olmuyor, tamamen spontane. Bu nasıl bir formasyon bu nasıl bir kavrayış ki birbirinden habersiz insanlar köylerinde, kasabalarında cuntaya karşı direnmek için kırların yolunu tutuyor. Direnme azmi, isteği var ama elde avuçta bir direniş araç gereci yok. Kimi evinden av tüfeğini kimi Karadeniz yapımı 7,65 tabancasını alıyor yanına, mühimmat dersen ikinci şarjörü dolduracak yedek mermi yok. Ama yürek var! Kendi direniş araçlarımızı kendimiz yaratır direniriz diyen bir yürek bu. Devrimciliğin olmazsa olmazı…

Onca insanı kırlarda beslemek dolandırmak zor. Bir de genel olarak Türkiye’de durum ne olacak belli değil. Bu nedenle, kıra çıkışlar durdurulduğu gibi kırda olanlardan da aranma durumu vb olmayanlar evlerine geri gönderiliyor. Kulaklar ‘merkezden’ gelecek haberde. Bundan sonraki mücadele hangi biçimde sürdürülecek?

Ardı ardına kötü haberler alınmaya başlanıyor. Artvin özgülünde, yeni dönemin mücadele biçimlerinin motor gücü olacağı düşünülen arkadaşlarını ardı ardına kaybediyorlar. Ankara’da başlayan operasyon ile hareketin merkez kadrolarının yakalandığı haberi düşüyor ajanslara. Bizimkiler, o daracık sığınaklarda yaptıkları değerlendirmelerde bir türlü yakıştıramıyor yakalanmalarını. Bunun bir psikolojik savaş taktiği olduğundan başlayıp devam eden bazısı oldukça safça olan birçok değerlendirme yapıyorlar.

Bütün zorluk ve kısıtlılıklara rağmen büyük bir moral motivasyon ile başlayan kır yaşamı giderek sürdürülemez hale gelmeye başlıyor. Bir değişim yaşanıyor ve bu değişim onları da kuşatıyor. Kır hayatı bitince yakalanma ve sorgu-sual dönemi başlıyor:

“Bir büyük tedirginliktir şimdi içimizde büyüyen. Korkmuyorum, çekinmiyorum diyen küllüm yalancıdır. Hiç konuşmuyoruz birbirimizle. Tam da sözün bittiği yerdeyiz. Ele geçmeden hemen önce bakışlarımızla helalleşirken sözünü vermiştik ağzımızı nasıl sıkı tutacağımızın. Artık şimdi yiğitlik sözünde durmakta.”
Kırlarda gezerken günlerce ayaklarından çıkmayan çorapları ağızlarına tıkaç yaparak işkencelerini sürdüren, çığlıklarından rahatsız olmak istemeyen sorgucularla geçen günlerde birbirlerine verdikleri konuşmama sözünü hatırlıyorlar hep.

Derken mahpusluk hayatı başlıyor. Cuntaya karşı direnişin bir başka alanı haline gelmiş olan Erzurum Askeri Cezaevi birçok bakımdan deneysel uygulamaların yapıldığı gözden ırak bir yer.

İğne olayı HZİ Vakfı aracılığı ile yürütülen bir deneysel programın uygulama alanı olduğu yıllar sonra ortaya çıktı. Ayrıca, Türkiye’nin hiçbir yerinde olmayan İsrail’in Filistinli gerillalar için tasarladığı hücreler de ilk kez ve bilindiği kadar tek olarak burada inşa edilip kullanılıyor. İşte bu cezaevinde bazen dişe diş bir direniş gösterilirken, bazen de yorgun düşerler direnişten. Kısmen geri adım atmak zorunda kaldıkları zamanlar olsa da asla pes edip teslim olmazlar. Açlık grevleriyle fiili ve pasif direniş modelleriyle geçer yıllar…

Beş yıl sonunda tahliye olur Tarık Torun. Çıkmak mı iyi çıkmamak mı? Belki bazıları bu kıyaslamayı saçma ve yersiz bulabilir. Öyle ya onca kısıtlılıklar-zorluklar zorbalıklarla karşı karşıya ve iç içe yaşanan bir hayat ile dışarısı nasıl kıyaslanabilir?

Bir süre önce, sosyal statüsü iyi sayılan bir arkadaşımız ölümcül hastalığın pençesinde iken kızı ile yaptığı bir sohbette Karskapı Cezaevi dönemi açıldığında, “hayatımın en güzel günleri,” demiş.

Eminim ki birçok arkadaş yaşanan bu dejenerasyon ve çürümüşlüğe karşı aynı duyguları taşımaktadır.

Torun’un kendi sözleriyle ifade edersek sıkıntılı özgürlük dönemi başlıyor. Eve kapanıyor. Bu kez mezardan hallice sığınakta değil doğup büyüdüğü kocaman ahşap evde sorguluyor yaşamı.

“Biz içerdeyken o kadar çok şey değişmiş ki şimdi bunların sırrına erip bambaşka bir hayatı kenarından da olsa yakalamak hiç kolay değildi” diyor.
İçerde geçen 5,5 yıldır para ile bir teması olmamış, hesabına gelen parayı çekip komün görevlilerine teslim edip devamını dert etmemiş birinin, şimdi parayı kendi kazanması gerekiyor.

Ne bir ticari gelenek var ne de ailede bir birikim var. İşte bu eve kapanıp geçmişi değil geleceği sorgulamaya çalıştığı o günlerde bu hallerine üzülen annesi, çıkış yolu olarak “gel seni everek oğul” der. Bundan sonra o kuşağın hikâyesi başka bir mecrada sürüyor. Her gittiği yerde her yaptığı işte kişiliğine zarar vermemek, geçmiş siyasal kimliğine yaraşır olmak öncelikli hale geliyor.

Hem bunlara dikkat edecek hem de çok geriden başladığı hayatta tutunmak ve yer edinmek zorundadır. Bu dönemi yaşayan kuşağın en büyük sıkıntısı bu evre olmuştur. Ciddi yıpranmalar, savrulmalar da yaşanmıştır.

Bu kitapta genç bir siyasi hareketin gerçek anlamda ete kemiğe büründüğü bir şehirde, ona gönül vermiş genç ve fedakâr taraftarlarından birinin hikâyesini okuyacaksınız. Artvin’in övünülecek çok şeyi vardı. Ama en güzel hikâyeyi Devrimci Yol yazmıştı. Bu yolda ölenlerin ve yaşayanların anısına ithafen yazılmış bu kitabı okumanız dileğiyle.