Bir varoluş inadı

Melisa Ayşegül ÇAL

Birey olmak. Yüzyılların sorusu, hummalı konusu, bitmeyen umudu ve tamamlanamayan sürecin en temel kolu. Bireyi kendi içerisinde aramak, çevresiyle anlamlandırmak ya da daha ötesi ve de fazlaca yakını olan kendiyle bir bütün halinde sunmak. Olmanın, olmaya çalışmanın bitimsiz mücadelesi bir başkaldırı ya da başsaldırı olarak tanımlanabilir pekâlâ. Kaldırılan her baş ya da saldırılan her bir baş, bedelini elbet öde(t)mek suretiyle bir devinimin içerisindedir. Kendini doğurmaktan hemen önce gerçekleştirilen bu eylem; bireyin olma yolundaki hayatının tümünü de kuşatabilir, sonsuz bir savaşımın başa saran döngüsünü de oluşturabilir. Tüm bu söylediklerimiz bir yana, söz konusu mesele bir kadının hayatta kalma mücadelesi gibi basit ve basit olmadığı kadar da delirmeye kafa salladığı eylemlerin belki de kocaman bir zinciridir. Buradaki süslü laflar da bir kadına ait olabilir. Kim bilir? Bunu belki bir femme fatale bilebilir. Ya da “Dış kapı”nın dış mandalı ya da tamamen iç vandalı olarak kendini ve cinsiyetini paylaştığı ortaklarını her defasında, bağıra çağıra, zihninde her daim baştan aldığı bir yaftayla “or...u” olarak da niteleyebilir ve bundan hiç sakınca duymayan bir kimliğe bürünebilir. Ah bu “cinsiyet belası” başımıza ne işler açtı diye tam da bu noktadan Judith Butler’a şöyle bir göz de kırpılabilir ancak “Aman yine mi feminizim!” yorumları bu satırların yazarını Mulvey’in “male gaze” kuramını servis ettirmek durumunda bırakabilir.Laura Mulvey’in yedinci sanat üzerinde temellenmiş çalışmalardan yola çıkarak ortaya koyduğu teori; filmlerde kadının görselliği ve cinselliği üzerine yapılan tüm göndermeleri baz alarak; birey olarak kadının, bir başka hemcinsine de erkek gözünden baktığı bir üslubun yaratımını ortaya koymakta ve dişiler arası sürekli olarak bir eril bakış açısının yaratıldığını da teyit ediyor. Bahsi geçen durum; bilinçdışı bir kültürel kodlanmanın manifestosu olup günümüzde pek muhtemel olarak tüm cinsleri kapsıyor. Bu durumda eserde “kendi evinde kendi kapısını açık bırakamayan” kadın hangi hakla kendi özgürlüğüne giden kapıları açık bırakacak ve tüm kıyaslamaların önüne geçip aslında bir bela olmadığını kanıtlayacaktır?

“Gündüzdüşü 1-2-3”ün kendi içerisinde halletmeye çalıştığı bu sorunlar, söz konusu beyin iltihaplarının da Erikson’un psikososyal gelişim teorisi ile ele alınması konusunda son derece ısrarcıdır. Ancak şu an işlenen metnin sınırlarına ters düşeceğinden bu öneri yalnızca bir fikir olarak burada kalıyor. Yazarın bu ilk metinlerde yaşadığı düşünsel ve duygusal uyarımların postmodern bir genç kız edebiyatının ayak seslerini de çağrıştırmakta olduğu müjdesini buradan duyurmak yazan şahsım adına hoş bir adımdır. Popüler imgelerin ve güncel çağrışımların erginleşmekte olan bireyin zihnine düşüşü ve Türkiye’de büyüyen bir genç olarak imgelere dökülüşü, bahsi geçen metin örnekleri olarak okuyucusunu selamlıyor. Ancak böyle bir türün henüz birçok edebiyatçı nazarında dahi bilinmediği güzide ülkemizde bir de postmodern versiyonuna adım atmak kaçımızın harcıdır?

Cevap? Pek muhtemel kadın doğanların değil, kadın olanların. Sosyal medyada önce kendi hakkına, sonra da kendi gibi herkesin gıyabına sahip çıkan kalıpların dışında bir heretiğin hareketine destek vermek; ancak bu zorlu yolda parmağındaki tektaştan olma korkusuyla biricik kocasını kaybetmemek gibi bir risk alanların. Ya da kasaya giderken güç bela ele geçirilen bir hesap fişindeki tüm harcamaları karşılayabilme cesaretine sahip olanların. O halde kadın olmak, dişi olarak doğmak değil; kadın olmaya giden bir yolculuğu esas alanların. Birey olmaya giden yolculuğun da üzerine eklendiği zaman ortaya iki kişinin mücadelesini kapsayan yeni bir adisyonla uğraşmak olan ve elinde olmayan sebeplerin iştigal ettirdiği durumlara binaen; iki kişilik hesap ödemek durumunda kalınan ontolojik bir mücadelenin ortasında kalanların. Ne acı! Halbuki prenseslerin kaderi hiç de böyle dile getirilmemişti. Belki de böceğe dönüşenlerin tasası ve derdi buna mümkün mertebe izin vermemişti. Garip… Acaba nazar falan mı değmişti?

Fransız feminist eleştirmenlerin tam da bu nazar söylemini de kapsayarak ortaya koydukları bir soru, postmodern feminizme dair dile getirilebilecek önemli bir noktayı da tekrar gökyüzüne çıkarıyor: Ataerkil ve geleneksel düşünceden etkilenmemiş bir dil mevcut bulunmuyor. Bu durumda sübjektif bir kadın üslubu nasıl ifadesini buluyor? Tam bu noktada özellikle Gündüzdüşü 1 ve 2 metinlerinin de yardımıyla dilin yapısökümü yapılıyor ve yerine yazarın kendi tarzını koyduğu yeni bir dile de şahit olunuyor. Edebiyatın böylesine dönüşümler yaşaması; hem zamanın itkilerini ortaya koyması açısından hem de üslupların bir başka biçim alması bakımından son derece sevindirici bir yafta. Otobiyografinin gölgesinde ele alınan yazılar, gündüz kurduğu düşlerin kıskancında okuyucuyu da semiyotik bir yolculuğun bu şekilde farklı bir tarafıyla tanıştırıyor.

Kendini doğurmadan hemen önce hikâyelerini bizimle paylaşan kadınların gidişleri, kalışlarından çok daha fazla. Buradaki terk edimi, çoğu zaman gerçekleşmemiş arzuların konağını da aslında yansıtıyor. Kırgınlıkların ve kızgınlıkların, kendi olma inadıyla yoğurduğu öfkenin de yardımıyla yazarın kendine yaptığı atıflar da meşruluk kazanıyor. Bu durumu auteur yönetmenlerin kendilerini eserlerinde bir gösterip bir kaybolmasıyla da kıyaslıyorum karşılıklı ele aldığımda. Görselin yazıya aktarılışı yazarının önüne geçemediği bu uyağın da bir sonunu hazırlıyor ve okuyucuya rahat bir nefes aldırıyor.