Google Play Store
App Store

Seçimin üzerinden bir hafta geçti. Sonuçlar üzerine çok sayıda değerlendirme yapıldı

Seçimin üzerinden bir hafta geçti. Sonuçlar üzerine çok sayıda değerlendirme yapıldı. Ben de kendimce önemli bulduğum birkaç noktanın altını çizmek istiyorum.
Şöyle başlayalım: Türkiye’de -yakın geçmiş itibarıyla- halkın yüzde 60’ı sağcı-muhafazakârdı; bu oran –özellikle 12 Eylül’ü izleyen yıllarda arttı, şimdilerde yüzde 65-70 aralığına yerleşti. Önce bu hakikati gözden kaçırmayalım. (Akla gelebilir; kalanı solcu mu, diye... Çok tartışmalı!)
Genel manzara böyle olunca AKP’nin bir seçimi daha kazanmasında, “şimdilik” yadırganacak bir şey yok. Seçim öncesi yorumlarda iki hususa vurgu yapılıyordu: AKP’nin önce Gezi’nin ardından, sonra da 17 Aralık’la birlikte kan kaybettiği... Kısmen doğru olan bu yorumlar daha ziyade Gezi’ye destek veren kesimlerden ve 17 Aralık’la birlikte ortaya çıkan hırsızlıkların, yolsuzlukların AKP seçmeninde tercihlerini değiştirmelerine yol açacak bir “travmaya” sebebiyet vereceğini düşünenlerden geldi. Bu değerlendirmelerin fazla iyimser olduğu anlaşıldı.
•   •   •
Birincisi, Gezi’nin sonuçları iktidara –ve bir ölçüde düzene- muhalif kesimler açısından önemliydi. Bu ülkede bile başka bir hayatın mümkün olabileceğine olan inancı güçlendirdi; bunun için mücadele etmekten başka bir yol olmadığı gerçeğini ortaya koydu. Oysa AKP seçmeni açısından çok yönlü bir tehdit olarak algılandı (ya da Erdoğan siyaseti böyle bir algının oluşmasını sağladı). Bu tehdit algısını, en genel ifadeyle “iktidar olmanın imkânlarından yoksun kalmak ve bugün sahip olduklarını kaybedecekleri bir belirsizliğe sürüklenmek” olarak tarif edebiliriz.
Erdoğan, 17 Aralık hadisesini de benzer bir algının vesilesi haline getirdi. “Komplo”, “dış güçler”, “darbe” vb söylemler kendi kitlesinde karşılık buldu. Yolsuzluklara ilişkin kuşku duyanlar bile, bunun kendi hayatlarında bilinmez bir kaosun yolunu açacak sonuçlar doğurabileceği endişeyle, bu kuşkuları zihinlerinden kovmayı seçtiler.
Bu noktada, yukarda “fazla iyimser” dediğimiz değerlendirmelerin gerisindeki yanılsama üzerinde durmakta fayda var. Evet, Türkiye halkının yüzde 65-70’i sağcı-muhafazakâr. Bunun anlamı şu: Demokrasi, bireysel haklar, ifade özgürlüğü, hukukun üstünlüğü gibi kavram ve değerlerin, sözünü ettiğimiz çoğunluk için “vazgeçilmez” önemde olduğu sanılıyor. Alakası yok. Bu değerler, çoğunluğun “bir iktidardan beklentiler kataloğunda”, esasen hiçbir özel öneme sahip değil. Tabii, kendi hayat tarzlarına dair özgürlükler dışında... Ya da şöyle diyelim: Sözgelimi, yürütmenin yargı üzerinde kuracağı bir tahakküm, çoğunluğun önemli bir bölümü tarafından, iktidarın icraatlarını frenleyen bir kuruma haddinin bildirilmesi olarak okunmakta.
Devam edersek... Daha demokratik ve haysiyetli bir ülkede yaşama isteği içinde olanlar, yaşanan olayların muhtemel toplumsal sonuçlarını genellikle sanal dünyada tanıklık ettikleri tepkiler üzerinden değerlendiriyor. Oysa bu ülkede nüfusun yüzde 50’den fazlasının internetle ve sosyal medyayla bir ilgisi yok. Bu oran batıdan doğuya doğru gittikçe yüzde 70’leri aşıyor. Herkesin kendi mahallesinde ve kendisine benzer insanlarla yaşadığı bir ülkede, kendi hissiyatını toplumun bütününü şamil sanması, anlaşılabilir bir yanılsama.
•   •   •
Dönelim seçimin aritmetik sonuçlarına... Sonuçlar AKP için bir “zafer” mi? Evet, seçimden galip çıktı ama ortada bir “zafer” olduğu, iktidar propagandasından ibaret. AKP’nin seçimlerde aldığı oy yüzde 45.5 deniliyor. Ama İl Genel Meclisi ve Büyükşehir Belediye Meclis Üyeliği sonuçlarına baktığımızda –yani başkan adaylarından öte, bir siyasi tercih olarak AKP’ye verilen oylara baktığımızda- bu oran yüzde 43.3’e düşüyor. Üstelik sonuçlar üzerinde parti-devlet aygıtının yürüttüğü sayısız operasyona rağmen (Son örnek 14 kez sayılıp kaybettikleri Ağrı’da 15’inci sayımdan sonra seçimleri iptal ettiler)... Bu da gösteriyor ki, 2011 yılında yüzde 49.8 oy alan iktidar partisi, bu yerel seçimlerde -2 milyon yeni seçmene rağmen- yüzde 6.5 oranında (yani 2 milyona yakın) oy kaybetmiştir. Bu bir “züğürt tesellisi” değildir; aksine odaklanılması gereken nokta budur. AKP ve Tayyip Erdoğan hükümranlığının sandıkta da sonun başlangıcını yaşadığının göstergesidir.
Esasen en az seçim sonuçları kadar önemli olduğunu düşündüğüm son “balkon konuşması”nın gerek içeriği, gerekse “görsel yanı” üzerinde çok durulmadı. Bunda, iktidarın ideoloji ve algı üreten kaynaklarının bu meseleyi şimdilik gündem dışı tutma gayretlerinin payı olmalı. Köşenin sınırlarını aştım; belki daha sonra yeri gelince değiniriz ama...
Şimdilik sadece şu kadarını söyleyelim: Siyasi tansiyonun düşeceğine dair hiçbir belirti ve iktidarın daha fazla otoriterleşmekten başka hiçbir bir planının olmadığı koşullarda, Batı dünyasında neredeyse tecrit edilmiş ve üstelik bütün makro ekonomik göstergeleri aşağı doğru giden –ki bunların sonuçlarının henüz hane halkının gündelik hayatına yansımadığı unutulmamalı- bir ülkeyi yönetecek AKP. İşi çok zor.