Bir yargısız infaz öyküsü
2016 yılı sonbaharında bir kamyon -içinde 3 silahlı militan- direksiyonunda henüz yirmili yaşlarda Ersin, -Pulur dönüşü- Venk Köprüsü’ne yaklaşıyor. Köprünün hemen iki tarafında ve tepelerde geceden mevzilenmiş askerler var. Askerler dur işareti yapar, o anda silahlar patlar, kamyon yolun soluna devrilir, içindekiler yanda hızla akan Munzur’a düşer. Ersin direksiyondadır, ölmüştür. Kurşun yine adres sormamıştır.
Bu olay, -son elli yılda- benzer türdeki sayısız çatışma veya yargısız infazlardan biri olarak halk hafızasına ve resmi kayıtlara geçer. Ersin’in ailesi, oğullarını toprağa; şikâyet içeren bir dilekçeyi de savcılığa verir. Ölüme yol açan kimse yargılanmasını istemektedir. Çocukları militanlarca zorla götürülmüştür ve devletin suçluyla suçsuzu ayırması gerekir. Ölüm olayından, hem çocuklarını zorla götürenler, hem araca gelişigüzel ateş açanlar sorumludur.
Gözü yaşlı anne-baba, tam iki buçuk yıl sonra savcıya dertlerini anlatabilir. Savcı çatışma bölgesine gitmez; olay yerinde delil toplamaz. Olay yeriyle ilgili araştırmayı ve incelemeyi, bizzat çatışmaya giren görevliler yapar. Savcı, dosyanın "giz"lenmesi için mahkemeden karar aldığı gibi; kanunen verilmesi zorunlu belgeleri bile vermez; Ersin’in olaydaki konumuyla asla ilgilenmez.
Oysa olayda sivil bir birey olarak Ersin’in çatışmaya iştirakına dair hiçbir iz yoktur. Silahlı veya teçhizatlı değildir. Sabah köyünden çıkmıştır, akşam eve ölüm haberi gelmiştir. Tam dört yıl bir ay boyunca, savcının adliye duvarları kadar sağır olduğunu gören anne ve baba, mecburen şikâyetlerini Anayasa Mahkemesi’ne taşır.
Bu dört yılda savcı, dosyanın kapağını bir tek şey için açmıştır: Askerlere ateş açan militanlar hakkında soruşturma yürütmek. Ersin’e bakışı, "etkisiz hale getirilmiş örgüt üyesi"ne nasıl bakılıyorsa öyledir. Ve bu, operasyonda çatışmaya giren bir güvenlik görevlisinin bakışından dahi geridir. Çünkü onlar, Ersin’in sivil olduğunun -belki olaydan önce, olay sonrası kesin- farkındadırlar.
Anayasa Mahkemesi, savcının yavaşlığına inat, iki-üç yılda incelemesini tamamlar ve Ersin’in "yaşam hakkı"nın "usul boyutu"nun ihlal edildiğini tespit eder. Bu, güvenlik güçlerinin dahil olduğu ve masum bireylerin yaşamını kaybettiği ("doğal olmayan ölümler") askeri/polisiye operasyonlarında yargının yapması gereken asgari görevlerin ihmali demektir. "Savcı derhal ve resen olay yerine gitmesi gerekirken hiç gitmemiştir, bizzat delil toplamamıştır, delilleri, çatışmaya giren askerler toplamıştır, dosyadan aileye örnek vermemiştir, aileyle bilgi paylaşmamıştır, hatta aile ısrarlı olmasaydı onları dinlemeye dahi tenezzül etmemiştir" vd. Neticeten Anayasa Mahkemesi, ölüm olayının mevcut eleştiriler ışığında yeniden görüşülmesi, şikayetlere ciddiyetle yaklaşılması gerektiğini bildirir.
Karar sonrası savcı, bu defa sadece olayla ilgili -ve olay sonrası- itiraflarda bulunan -ve Ersin’in masumiyetine halel getirmeyen- "itirafçı beyanları"na dayanarak, dosyayı kapattığını bildirir. Bu itirafçılar ki, yakalanmalarından evvel adeta birer suç makinesi gibi çalışan ama yakalandıkları anda kendilerini kurtarmak için her tür rezilliği yapmaya hazır karakteri zayıf kişilerdir.
Savcı olaydan dokuz yıl sonra dahi, ölümle sonuçlanan operasyonu yürüten güvenlik görevlilerinden -şüpheli, tanık veya başka herhangi bir sıfatla- ifade alma, delil toplama, tanık dinleme, keşif veya raporlama yapma yoluna gitmez. Kararda, ihlal tespit eden Anayasa Mahkemesi kararından -lafzen dahi- söz edilmez. Karar, Anayasa Mahkemesi’nin adına dahi yer vermez. Bu, Anayasa Mahkemesi’nin içine düş-ürül-düğü hazin tablonun yeni bir göstergesidir.
Ersin’in hikâyesi, devlet görevlilerinin katıldığı ve ölümle sona eren "güç kullanma" operasyonlarda -önceki devirlerde yaygınca görülen- "cezasızlık" durumunun -epeydir gördüğümüz- "soruşturmasızlık"a evrilmesidir. Ve her bakımdan yargının -eğer minimum da olsa varsa- tarafsızlığını yitirmesi; apaçık iflas etmesidir.
Türkiye’nin neredeyse yarım yüzyılı aşan "iç çatışma" tarihinde, bu bahiste "yeni bir sayfa" açıldığının "dosta-düşmana" ilan edildiği şu günlerde -sıradan bir genç olan- Ersin Demir’i ve onun başına gelenleri unutmamalıyız. Tarih, sıradan insanların ölümünü çabuk unutur.