"Sayısı ve etkinliği artan işçi eylemlerinin, kalıcı örgütlü ilişkilere dönüşmektense kısa vadeli çözümlere yönelme eğiliminde olduğu görülüyor. Örgütsüz işyerlerinde ücret odaklı eylemliliklerin, kazanımla sonuçlansa da hedefine ulaştığında sönümlenmesi bunun bir sonucu."

Bir yol ayrımı
Mata işçilerinin ek zam talebiyle başlattıkları eylem sürüyor. (Fotoğraf: BirGün)

Türkiye, bir süredir uygulanan ekonomik politikaların sonuçlarını ağır bir biçimde yaşıyor. Bu sonuçları sadece uluslararası faktörlere bağlamak çok mümkün değil. Ancak, Türkiye’de AKP iktidarlarının özellikle ekonomi alanında attığı adımlar (özelleştirme, kamu hizmetlerinin piyasalaştırılması, yabancı sermayeyi ülkeye çekmek adına gündeme getirdiği politikalar), ülkeyi dışsal etkilere daha duyarlı hale getirmiş durumda. Yani işin içinden dış mihraklara işi ihale ederek çıkmak mümkün değil, çünkü uluslararası ekonomik sisteme entegrasyon adı altında, savunmasız bırakılmış bir ülke söz konusu.

Küresel yönetişim başlığında devletin yönetsel, sosyal işlevlerinin, küresel sermaye ve onun desteklediği sivil toplum kuruluşlarına ihale edildiği, devletin bir çeşit emlakçıya dönüştüğü bir pratiği yaşıyoruz. Nitekim 6 Şubat 2023 tarihinde gerçekleşen büyük deprem de bize bunun sonuçlarını net olarak gösterdi. Komisyon vererek, her türlü, bilim ve akıl dışılığı, yapabilme kabiliyeti kazanmanın bedeli, büyük bir can kaybı oldu. Sevdiklerimizi yitirdik ya da sevdiklerimiz çok yakınlarını, bu rezilliğin girdabına feda etti.

Bu dönemde Mücella Yapıcı, Can Atalay ve Tayfun Kahraman nezrinde, Gezi Direnişi ile simgeleşen bir itirazın, nasılda insanların hayatına değdiğini gördük. Onlar itirazlarını yüksek sesle dile getirdikleri için tutsaklar. Bu vesile ile onlara olan özlemimi, bir dost selamı ile iletmek isterim.

Hatırlanacağı üzere, 2018-2019 yıllarına ağır bir ekonomik yük ile giren Türkiye, 2020 yılında başlayan pandemiyi üretime devam ısrarı ile bir fırsata çevirmeye çalışmıştı. Bu süreç, değer zincirlerindeki kırılganlıkların, işçi haklarının ve işçi sağlığının kolayca gözardı edilebildiği koşulların da etkisi ile, imalat sanayinde rekabet gücünü artıracak bir unsur olarak kullandı.

İşçilerin borçlanma olanaklarının bile, siyasal tercihler temelinde yapılandırıldığı, işsizlik sigortası fonunda toplanan kaynakların yağmalandığı, buradan yapılan yardımların bir nimet gibi sunulduğu bu süreçte, işçi sınıfının iktidara desteğinde bir gerilemenin olduğu net olarak görülüyor.

Küresel salgın sonrasında yaşanan yüksek enflasyon ortamı ise bu eğilimi daha da güçlendirdi.

İŞÇİ SINIFININ SİYASAL TERCİHİ

İşçi sınıfının örgütlü kesimleri ve özellikle sanayi işçisinin siyasal tercihleri açısından, milliyetçi-muhafazakâr bir hattın ana gövdeyi oluşturduğu araştırmalarla ortaya konulmuş bir gerçek. Nitekim, Bursa, Denizli, Kocaeli, Antep, Çerkezköy gibi sanayi işçisinin yoğunlaştığı yerler AKP hegemonyasının en fazla nüfuz ettiği yerler olarak biliniyor. Buralarda ilk önemli kırılma 2017 yılındaki anayasa referandumunda yaşanmıştı.

2017 yılında Bursa’da iktidar blokunu oluşturan AKP-MHP ikilisine olan destek yüzde 66’dan yüzde 53’e, Antep’te yüzde 71’den yüzde 62’ye, Kocaeli’nde yüzde 67’den yüzde 57’ye, Çerkezköy’de yüzde 60’dan, yüzde 50’ye geriledi. 2019 seçimlerinde ise AKP-MHP ittifakı Antep ve Kocaeli’nde yüzde 50’nin biraz üzerinde, Bursa’da yüzde 50’nin altında oy aldı.

AKP’nin işçi sınıfından ve özellikle geleneksel sektörlerde ve örgütlü kesimler arasında bu kadar destek alabilmesinin elbette pek çok nedeni var. Bu kentlerde, özellikle 90’lı yıllarda siyasal İslam ve milliyetçilik üzerinden ilmek ilmek örülen, ekonomik kaynakların, iş imkanlarının dağıtımında da rol oynayan, kültürel bir hegemonya var. Solun, işçi mahallelerinden kopartıldığı, gündelik hayat pratiklerinin devlet destekli tarikatlar eli ile yeniden şekillendiği, yeni kuşak işçilerin yaşanan göç dalgası ile geçmiş birikimleri ve mücadeleleri bilmeden işyerlerinde çalışma hayatına katıldığı bir süreç var.

Bu dinamikler, bir yandan da 2000’lerle birlikte inşa olan kredi sisteminin, yeni oluşan borçlanma mekanizmalarının oluşturduğu tüketim imkanlarının ve özellikle büyük kentlerde, gecekondu bölgelerinde, işçi mahallerinde imar “fırsatlarının” yaratıldığı bir dönemden beslendi.

Ardımızda işçi sınıfının sınıf temelinde değil, kültürel kimlikleri üzerinden siyasallaştığı, bu siyasallaşmanın da işyerinden değil, mahalleden beslendiği, mahallenin de parti ve cemaat ilişkileri üzerinden yönetildiği bir pratik var. Böylelikle kolektif hareket etme becerilerini, deneyimini büyük oranda yitirmiş bir toplam söz konusu. İşte tam da bu nedenle, krize karşı gelişen, ücret temelli mücadeleler, siyasal sonuçlar üretmekten uzak kaldı. İşçi sınıfının eylemleri kalıcı örgütsel zeminler yaratamadı. Ancak geldiğimiz noktada AKP işçi sınıfı içinde, nüfuzunu sürdürebilecek, buradan kendini yeniden üretecek bir güce sahip değil. Bir süredir buralarda kan kaybediyor.

ENFLASYON KARŞISINDA ALIM GÜCÜNDE YAŞANAN DEĞİŞİM (%)

Tüketici fiyat endeksi (2003=100) ana grup ve alt ana gruplara göre endeks rakamları üzerinden hesaplanmıştır

ALIM GÜCÜ DÜŞÜYOR

Bunda son 5 yılda özellikle gıda fiyatlarında görülen astronomik artışlar önemli bir etmen (Bir de artık kaynaklar tükenmiş durumda). Çok tartışmalı hale gelen TÜİK (Türkiye İstatistik Kurumu) verileri üzerinden yaptığımız hesaplamalara göre bile, “İşçimizi enflasyona ezdirmedik” söyleminin, son 5 yılda (2018-2023) gıda ürünlerindeki alım gücünde neredeyse yarıya varan kayıplara neden olduğu anlaşılıyor.

Buna göre alım gücü makarnada yüzde 43, tavuk, süt, patates, margarin gibi ürünlerde yüzde 40 varan oranlarda düşmüş durumda. Biz çarşı pazarda tablonun çok daha kötü olduğunu görüyoruz. Bu tabloya bir de konut fiyatlarında yaşanan fahiş artışlar, faturalar, artan ulaştırma maliyetleri eklendiğinde, işçi sınıfının can havliyle bir eylemlilik içine girmemesi mümkün değil.

Sayısı ve etkinliği artan işçi eylemlerinin, kalıcı örgütlü ilişkilere dönüşmektense kısa vadeli çözümlere yönelme eğiliminde olduğu görülüyor. Örgütsüz işyerlerinde ücret odaklı eylemliliklerin, kazanımla sonuçlansa da hedefine ulaştığında sönümlenmesi bunun bir sonucu. Türkiye’de sendikaların ana gövdesini oluşturan yapılar ise genelde işçilerin örgütlü mücadelesine değil, aidat akışlarına odaklanmış durumda. İşyerlerinde komiteleşen, işyeri dışında da işçilerin hayatına dokunan sendikal pratiklerin sayısının son derece az olduğunu söylemek mümkün. Ancak tabanla bağı güçlü olan sendikalar, sonuç alıcı eylemlere imza attığında, işçi sınıfı ile bağlarını güçlendirebiliyor.

SONUÇ

Sonuç olarak, AKP 20 yıllık iktidarı boyunca geniş emekçi kesimleri, kendi siyasal pratiğinin bir parçası haline getirebildi. Ancak bu yapının son yıllarda kendini yeniden üretemediğini görüyoruz. Bu süreçte işçi sınıfının temel meselelerinden biri, ortaya koyduğu eylem pratiklerinin kalıcı örgütlülüklere dönüşmemesi, siyasallaşamamasıdır. Bu olmaksızın işçi sınıfının AKP sonrası dönemde de siyasal işlevi, kendisine karşıt bir siyasal yönelimin, bir çeşit onay mekanizmasına dönüşmesi olabilir.

AKP iktidarının olası yenilgisi sonrasında, sınıf siyasetini merkezine alan politik öznelere önemli bir görev düşmektedir. Bu görev, işçilerin kendi öz örgütleri üzerinden verdikleri mücadeleleri desteklemek yanında, onların siyasallaşmasının, kalıcı örgütsel yapılar oluşturmasının, bunu işyeri işyeri, mahalle mahalle örgütleyen bir çaba ile inşasının parçası olmaktır. Bu konuda yeni icatlara değil, geçmişin birikimine yaslanmaya ve oradan ileriye doğru yol almaya ihtiyaç var.