Sessizlik yemini yapılmış gibi, çocuk tacizlerine ses çıkartmayıp sanatçının ahlaklısı ahlaksızı diye konuşanlara da neye benzediğini çok iyi bildiğimiz ahlakınızı da alınız ve gidiniz diyorum.

Biraz ışık lütfen!

Sanat kalplerin karanlığına ışık tutar, bu yüzden karanlığa alışmış gözler rahatsız olur. En umutsuz olduğumuz anlarda bir müzik sesi, bir film karesi bizi bambaşka bir dünyaya uçuruverir. Çok başka pencerelerden bakarız dünyaya. İşte bu başka pencereler, farklı dünyalar tehlike gibi gelir alışık olmayan gözlere.


26 Mayıs akşamı Ankara’da Karum önündeki çim alan da ışıl ışıldı. Yemyeşil çimenler üzerinde, Türkan Şoray’ın insanı şefkatle ve nezaketle saran sesi ve ışıltısı ile Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali açılışı yapıldı. 1998 yılından bu yana düzenlenmekte olan festival, bu yıl çeyrek asırlık oldu. Geçmiş Festivallerden ödüllü sanatçılar, bu senenin ödül sahipleri, sanat ve bilimin usta kadınları, 7’den 77’ye festival dostları, gençler, mahalleliler herkes oradaydı. Ödüller verildi, çok güzel selamlar gönderildi. Çok güzel kadınlar çok güzel müzikler çaldı. Cadılar aynı anda bir dilek tutarlarsa olurmuş söylencesinden hareketle hep birlikte bir dilek bile tutuldu.

Bu senenin festival teması “Kadınların Mirası.” Değerli akademisyen Fatmagül Berktay, Festival Kataloğu yazısında “Yaşama saygı, besleyip koruma, uzlaşma ve barış taraftarlığı, esneklik, buyurmak yerine dinlemek hep erkek olmayı küçülten özellikler gibi görüldü” diyor ve çoğunlukla kadınlara atfedilen bu değerlere artık hep birlikte sahip çıkmanın zamanı geldi diyor. Dünyada ve ülkemizde açlık, gıda, konut krizi gibi sorunlarla uğraşan, şiddet gören kadınlar, çocuklar, yerinden yurdundan edilmiş insanlar dururken, muktedir erkeklere sesleniyor:

“… muktedir erkekler dünyayı terk edip başka gezegenleri de mahvetmek arzusuyla trilyonlar harcıyorlar. Zehirli erkeklik zehirli atıklar gibi her yere yayılıyor. Bir yandan bilim dehaları yeni yaşam biçimleri icat etmeye girişiyor, diğer yandan var olan canlı türleri yok ediliyor. Her şey tepe taklak olmuş gibi, gelecek şimdiyle karışıyor, en ileri teknolojiyle en derin yoksulluk iç içe. Böyle bir zamanda dünyanın kadınlara özgü sayılan değerlere her zamankinden çok ihtiyacı var.”

25 yıl önce bu değerlere sahip çıkan, tarihin yazmadığı, büyük sektörlerin görmezden geldiği kadın emeğini sinema alanında da görünür hale getirmek için yola çıkan Festival; ülkemizden ve dünyadan yüzlerce kadın yönetmeni, filmlerini, kadın sanatını, yaratıcılığını ve kadın sesini izleyicilerle buluşturmaya devam ediyor. Kadınların hikâyelerini kadınlar kendileri anlatıyorlar!

27 Mayıs günü Çağdaş Sanatlar Merkezinde yer alan Kadınların Mirası panelinde, Alin Taşçıyan, son zamanlarda festivallerde ödül alan kadınların çoğalmasını, ‘çeşitlilik farkındalığı’ çabasına bağlayan, konjonktürel seçimler olarak değerlendiren tartışmalara dikkat çekti. Aslında esas olan erkek yönetmenlerdi ve ‘çeşitliliğe’ verilen önemin artması üzerine hadi bari bir de kadına verelim türü ödüller. Erkekler ödül aldığında böyle bir tartışma kimsenin aklına gelmiyordu. Ayrıca, aslında sinemanın ilk zamanlarından beri, çok değişik coğrafyalarda kamera arkasında, kurgu masasında, sette yer alan başarılı kadınlardan söz etti. Ama bu emekler hep görünmez kaldı, çünkü sinema tarihini de erkekler yazdı.

Yüz yılı geçen sinema dünyasında kamera da aynen sektörde olduğu gibi; kadınları hep erkek gözü, erkek bakışı ile gördü. Kahramanlar hep erkek, ‘kadın’ ise hikâyede sadece ‘erkekler’ için vardı.

Festival boyunca 65 film izleyici ile buluştu. Bunlardan biri de yönetmen Nina Menkes’in, sinemanın görsel dilinin kadın ayrımcılığını tetikleyici etkisi üzerine yazdığı Sex and Power: The Visual Language of Opression/ Sex ve Güç: Baskının Görsel Dili konulu bir sunumundan yola çıkarak gerçekleştirdiği Beynimiz Yıkanmış/Brainwashed belgeseli. Günümüz sinemasının “... en kışkırtıcı sinemacılarından” ya da “bir sinema büyücüsü” olarak tanınan Nina Menkes aynı zamanda bir akademisyen.

Belgesel fikri, yönetmenin Kaliforniya Sanat Okulu’nda verdiği bir sinema dersi için hazırladığı görsellerden doğuyor. Derslerinde gösterdiği örneklere, daha önce bu konularda yazmış olan Laura Mulvey, Teresa de Lauretis, Judith Butler gibi yazarları okuyanların bile ağızlarının açık kaldığını görüyor. Somut görsel örneklerin çok daha etkili olduğunu fark ederek, belgesel haline getiriyor. Sinemacılarla, akademisyenlerle söyleşiler, kült filmlerden kliplerle yıllardır sinema diline nüfuz etmiş olan ataerkilliğe, kadın ayrımcılığı ve düşmanlığına dikkat çekiyor. 1940’lardan bu güne usta yönetmenlerin kült filmlerinin de dahil olduğu filmlerden kliplerle, belki de hiç farkında olmadan; kadınlara karşı ayrımcılık, taciz, düşük ücret gibi uygulamaların nasıl meşrulaştırıldığını, ve alıştırıldığımızı gösteriyor. Eleştirmenler, filmin her açıdan hem filmciler hem izleyici açısından son derece aydınlatıcı ve göz açıcı olduğunda birleşiyorlar. Defalarca zihnimize kazınan ‘erkek bakışın’, belki farkında bile olmadan kullanılan görsel dilin, bilinçaltımıza işlediği, kadınları sessizleştiren, güçsüzleştiren etkinin farkına varmak gerekiyor. Eleştirmenlerin bazılarının bir iki itiraz noktası olsa bile, bu belgeselin sinema sektörüne yapacağı iyileştirici etkinin yanı sıra, sinema severlerin ve izleyicilerin de bu belgeselden sonra artık daha “iyi” ve “farkında” bir izleyici olacağını söylüyorlar.

Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali 13. yılında (2010 yılı) temasını “Kötülük” olarak belirlemiş ve temaya uygun olarak da Lale Belkıs’a sinemamızda “kötülüğü en güzel taşıyan kadın” olarak Onur Ödülü verilmişti. Lale Belkıs bu yıl da Festival konukları arasında idi. Ona büyük itirafımı yaptım. Ben Yeşilçam filmlerinde esas kadını değil, hep onu ve ‘kötü kadını’ beğenirdim. Kendinden emin, dimdik, elinde zarafetle tuttuğu ağızlığı, hafif yukarıdan ve uzaklara bakışı ile! Hem arzu duyulan hem korkulan kadınlar. Suzan Avcı, Sevda Ferdağ, Neriman Köksal! Suzan Avcı elini beline koyup sokakta şöyle bir dikilince kim ne diyebilirdi ki!...

Aynı yıl Festivalin kısa film yarışma konusu da kötülük idi. Nuray Onuk tarafından yapılan ve Medine’yi konu alan “Saf Kötülük” filmi En İyi Kısa Film Ödülü aldı. Adıyaman’ın Kahta ilçesinde 16 yaşındaki Medine, dedesi ve babası tarafından bahçedeki tavuk kümesinin altına gömüldü. Evde hayat devam etti, kardeşleri bahçede oynadı. Yapılan otopside, gömüldüğünde canlı ve bilinçli olduğu açıklandı. Otopsi masasında çekilenin dışında hiç fotoğrafı olmamıştı. Suçu erkeklerle konuşmaktı.

Havva Ana’mızdan beri fitne ile kötülük ile sürekli namus ve ahlak ile ölçülen kadınlar “zehirli erkekliğin” yanında sütten çıkmış ak kaşık gibi kalıyorlar.
Sessizlik yemini yapılmış gibi çocuk tacizlerine ses çıkartmayıp; sanatçının ahlaklısı ahlaksızı diye konuşanlara da neye benzediğini çok iyi bildiğimiz ahlakınızı da alınız ve gidiniz diyorum. Bizden, evlerden, ülkemden ırak olunuz. Kızımın rızası vardı deyip dört yıl (2014-2019) boyunca kızına tecavüz eden ve 30 yıl hapis cezasını Yargıtay’ın bozduğu babayı, Medine’yi diri diri gömen baba ve dedesini, pudra şekerinizi, para sayma makinelerinizi de yanınıza alınız.

Isparta’nın güllerini bile utandırdınız!