Birey ve toplum: İnsan doğası üzerine bir tartışma

Sosyolog Gencer Çakır

Birey tek başına kendine yetemez, diğer insanlara muhtaçtır; toplumsal yaşam karşılıklı bağımlılık temelinde mümkün hale gelir. Kişi tek başına bütün bir toplumu ikame edemez; bunun için yeterli gücü de zamanı da yoktur.

Teolojik-Politik İnceleme’de Spinoza “Her insan, hayatta kalabilmek için, toprağı sürmek, ekmek, biçmek, öğütmek, pişirmek, dokumak, dikmek ve … başka birçok şeyi tek başına yapmak zorunda kalsaydı,” der “bunun için gerekli güce ve zamana asla sahip olamazdı” (bkz. Dost, s. 110). Demek ki toplumsal yaşam kolektif çaba ile mümkün olmakta.

Bireylerin karşılıklı bağımlılığı temelinde işleyen bir toplumsal yaşam var. Marx Grundrisse’de bu karşılıklı ilişkinin sadece insan dünyasına özgü olduğunu, başka hiçbir yerde böyle bir duruma rastlanmadığını belirtir. Hayvanlar birbirleri için, sözgelimi filler kaplanlar için üretim yapmaz, der (bkz. Birikim, s. 234). Bir arı kovanında arılar birlikte sadece tek bir şey üretir. Kovanı bir toplum, arıları da insanlar olarak düşünelim; “toplum kovanı”nda bireyler farklı farklı şeyler üretirler. Birey olarak ihtiyaçlarımı diğer bireyler sayesinde karşılarım. Ama ben de diğer bireyler için ihtiyaç nesneleri üretirim. 

Durkheim, birey kendi kendine yeterli değildir, der; bu sebeple kişi kendisi için gerekli olan her şeyi toplumdan alır. Ama ilişki tek taraflı değildir; birey toplumdan alır ve kendisi de toplum için çalışır (bkz. Toplumsal İşbölümü, Cem, s. 269). 

Adam Smith Milletlerin Zenginliği’nde emeğin kolektif yaratıcılığına dair şunları söyler: “Gelişmekte olan uygar bir ülkede en ufak bir esnafın ya da gündelikçinin eşyalarına bakınız. Ona bu eşyayı iletebilmekte çalışmalarının, küçük de olsa payı bulunan kimseler sayısının, her türlü tahminin üstünde olduğunu göreceksiniz. Örneğin, görünürde ne denli kaba saba da olsa, bu gündelikçinin sırtındaki yün ceket bir sürü işçinin bir araya gelmiş emeğinin ürünüdür” (İş Bankası, s. 13). 

Buraya kadar toplumsal yaşamın dar anlamda “işbölümü” temelinde mümkün olduğunu belirtmiş olduk. Siyasal iktisadın klasik teorisyenleri işbölümünü “verimlilik” yönünden ele aldı. A. Smith pazar genişliği, işbölümü ve verimlilik arasında bir ilişki kuruyordu: Bireyler kazanç peşinde koştuğu ölçüde bu şey toplumsal bir fayda doğuracaktır. K. Marx Kapital’de Smith’inkine benzer bir şey söyler; bireysel işçi der, sadece kendisi için değil aynı zamanda diğerleri için de kullanım değeri yarattığı ölçüde o işçinin emeği soyut (toplumsal) bir nitelik kazanır. Bireysel işçi başkaları için kullanım değeri ürettiği ölçüde meta üretmiş olur. “İş bölümü,” der Marx “meta üretiminin var olma koşuludur” (Kapital, Yordam, s. 55). Yine aynı eserde “Ürünün meta olarak ortaya çıkması,” der “toplumda son derece gelişkin bir iş bölümünün varlığını gerekli kılar” (a.g.e., s. 172). 

İşbölümü toplumbilimsel bir bakışla ele alınmadan önce ekonomik bağlamda ele alınmış; pazar, işbölümü, verimlilik arasındaki ilişkilere ağırlık verilmişti. Aristoteles’ten Smith’e oradan Marx’a dek işbölümü bu dar ekonomik bağlamında ele alındı. Fransız sosyoloji ekolünün kurucusu Émile Durkheim Toplumsal İşbölümü adlı doktora tezinde konuyu toplumbilimsel açıdan ele alıp işbölümünün dayanışma yaratan boyutu üzerinde durdu. Durkheim’a göre işbölümü toplumun farklı alanlarında etkisini giderek artırmaktaydı. Siyasal, yönetsel, yargısal işlevlerin gittikçe daha çok uzmanlaştığını belirtiyordu. Benzer şekilde “(s)anatsal ve bilimsel alanlarda da durum böyledir. Felsefenin tek bilim olduğu çağlardan çok uzaktayız. Felsefe, her birinin kendine özgü konusu, yöntemi ve bakış açısı bulunan … inceleme alanlarına ayrıldı” (Toplumsal İşbölümü, s. 64). 

***

Birey tıpkı diğer bireyler gibi toplumsal gerçekliğe dahil olarak bir sosyal varlık olur. Jean-Jacques Rousseau’ya göre insanı toplumdan çekip çıkarmak onu duyumlarına indirgeyerek az çok hayvandan farkı olmayan bir varlık haline getirmek anlamına gelir (bkz. Durkheim, Sosyoloji ve Felsefe, Pinhan, s. 70). İnsan ancak toplum içinde ve toplum aracılığıyla “insanlaşır”. İnsan-oluş ya da insanlaşma sadece biyo-evrimsel bir süreç değil, aynı zamanda sosyo-evrimsel bir süreçtir. 

Durkheim medeniyetin toplumsal bir üretim olduğunu söyler; ardışık nesiller boyunca birbiriyle bağlantılı insanların kolektif çabası sonucunda medeniyet oluşur. Toplum medeniyeti yapar, korur ve bireye iletir. Bununla birlikte “medenileştiğimiz andan itibaren” der Durkheim “medeniyetten feragat etmemiz kendimizden feragat etmemiz anlamına gelir” (Sosyoloji ve Felsefe, s. 70). Şu halde soralım: Bireysel varlığımızı sonlandırmaksızın toplumdan “kaçış” mümkün olabilir mi? Durkheim burada kapıyı kapatmış görünüyor.

Bununla birlikte kendi seçimlerimize göre bir toplumda yaşama hakkımız olduğu konusunda kapıyı açık bırakıyor, sadece bunun nasıl olacağı konusunda bir şey söylemiyor. 

Durkheim birey ve toplum arasında ontolojik bir ayrım yapar. Toplum tüm bireysel güçlerin birlikteliğinin bir sonucudur ve bireyden üstündür. Aynı zamanda toplum “içimizde”dir. Erken bir dönemde verdiği felsefe derslerinde Durkheim, toplumun bireyde bile mevcut olduğunu, insanın kendi başına bir toplum olduğunu göremedikleri gerekçesiyle Rousseau, Hobbes ve Bossuet gibi düşünürleri eleştirir (bkz. Felsefe Dersleri, Pinhan, s. 215). 

Kolektif olarak inşa edilen medeniyette bireyin küçük bir paya sahip olduğunu söyleyen Durkheim “Avustralyalı bir kabilenin her üyesi” der Sosyoloji ve Felsefe’de “kendi içinde tüm medeniyetini taşır; ancak bizim mevcut medeniyetimizde her birimiz yalnızca medeniyetin dâhil olabildiğimiz küçük bir parçasını taşıyabiliriz” (s. 69). Ve bu küçük parça sayesinde bizler toplumu “hissederiz”. 

Topluma dair analiz bireyden yola çıkamaz. Toplum, her ne kadar bireylerin kolektif çabasının bir ürünü olsa da, tek tek bireylerden bağımsız ve kendine ait yaşamı olan, bireye dışsal ve onun üzerinde sınırlayıcı/zorlayıcı gücü olan bir gerçekliktir. Kapsadığı bireylere indirgenemez bir niteliğe sahiptir. 

Durkheim, kendi döneminde, o zamana kadarki düşünürleri, insanlık durumunu açıklama konusunda, ikili bir sınıflandırma içinde ele aldı. Sosyoloji bir bilimsel disiplin olmadan önce düşünürler, insanı doğanın en üst seviyesine yerleştirmekte; ve yine bireysel zihinden daha üstün bir kavramın olamayacağını varsaymaktaydılar. Ancak bireyin üzerinde toplum kavramının varlığı idrak edilince; ve toplumun da bireylerin aktif güçlerinden oluşan, kendine ait yaşamı da olan bütünsel bir sistem olduğu anlaşılınca, diyor Durkheim, insanlık durumunu açıklamak için yeni bir bakış açısı mümkün hale geldi: Birey ancak bütünsel bir toplum sistemi dâhilinde açıklanabilir (bkz. Ahlak ve Toplum, Pinhan, s. 236-37). 

Spinoza Etika’da “insanın gücü” der “son derecede sınırlıdır ve dış nedenlerle sonsuzca aşılmıştır; öyleyse dış şeyleri kendi kullanışımıza göre uyduracak mutlak bir kudretimiz yoktur” (Dost, s. 262). 

Birey toplumsal bütün dahilinde mutlak bir kudret sahibi olmaktan çok uzaktır. “Sosyoloji bireye,” der Durkheim “imparatorluk içinde bir başka imparatorluk değil, bir organizmanın organı olduğunu ve bu organ olma rolünü titizlikle yerine getirmesinin güzelliğini gösterir” (bkz. Sosyoloji ve Eylem, Cem). 

Bireyin toplum içinde sahip olduğu sınırlı güce dair bu vurgu önemli. Günümüzde çokça revaçta olan “insan doğayı yok ediyor” argümanına karşı sadece birey/insan odaklı bir eleştirellik yerine birey ve bireyin dahil olduğu toplumsal bütüne dayalı bir eleştirel yaklaşımı öne çıkarmak daha tutarlı olacaktır.