“Biz bir orduya kafa tuttuk arkadaş!”
“Bir gün, gencecik, gözleri ışıl ışıl bir kız belirdi kapımda. İçeri girdi ve heyecanla, bir araştırma yapmakta olduğunu anlattı. Araştırma ’12 Eylül Döneminde Cezaevlerinde Kadın’ konuluydu. Döneme dair literatürü belirlemiş, pek çok kitap okumuş, yayın taramıştı. Bütün bunların sonucunda da hayretle farketmişti ki cezaevlerinde bile kadın yok, kadının adı yok...
12 Eylül öncesi mücadelenin bütün alanlarında yer alan devrimci kadınlar, 12 Eylül’le birlikte sanki tarih sahnesinden silinmişler, yok olmuşlardı. ‘Yaptığım hiçbir araştırmada sizi bulamadım’ dediğinde, içimde tarifsiz bir acı hissettim.”
Meral Akbaş’ın erkeklerin yazdığı/anlattığı bir tür ‘resmî tarih’ karşısında, 12 Eylül’den sonra Mamak Cezaevi deneyimi yaşamış kadınların, “kadın koğuşlarında bir arada yaşama tecrübelerinin, farklı yaşama/dayanma taktikleri geliştirerek ayakta kalmaya uğraşma pratiklerinin (...) anlaşılması ve görünür kılınması girişimi” olarak tanımladığı ‘Mamak Kitabı’nın önsözünde bunları söylüyor Sema Yiğit. (Biz Bir Orduya Kafa Tuttuk Arkadaş: Mamak Kitabı, Meral Akbaş, Ayizi Yayınları, Mayıs 2011). “Tarih sahnesinden silinip yok edilen” 12 kadın; Sema, Meral, Ayfer, Hayat, Güneş, Ayşe, Pamuk, Adile, Seher, Feride, Sükun ve Sezgin, görünmezleştirilen bir tecrübeyi yıllar sonra gözlerimizin önüne seriyorlar. Anlattıkları, ne geçmişe içi boş bir güzelleme ne de kişisel kahramanlık menkıbesi... “Kadınlar koğuşunda, bir avuç gencecik kadının direniş hikayesi. İşkenceye ve karanlığa direniş. Dayanışmayla, şefkatle, kahkahayla...”
***
Mamak Cezaevi üzerine çok yazılıp çizildi. Diyarbakır’da yaşanan akıl almaz vahşet bir yana, 12 Eylül cezaevleri içinde özel bir yeri vardı Mamak’ın... İnsanların inançlarını, sahip oldukları değerleri, kendilerine ve birbirlerine olan güveni, hasılı kişiliklerini yok etmeye dönük bir ‘proje’ydi. Foucault’nun deyimiyle “iktidarın en aşırı boyutlarıyla, çırılçıplak ortaya çıktığı” bir şiddet ve terör mekanı...
Solun Mamak (ve başka cezaevleri) üzerinden yürüttüğü tartışma, genellikle “direniş/teslimiyet” ikilemi üzerinden uçlara savrulmuş, birbirini dinlemek ve anlamaktan ziyade birbirleri hakkında ürettikleri spekülasyonlar üzerinden sığ; sığ olduğu kadar çocukça bir iddialaşmanın içine sıkışıp kalmıştır.
Ve hepsi, erkeklerin tarihidir.
Bütün o tarihin karşısında, yıllar sonra dile getirilmiş, söze dökülmüş bir başka tarih daha var artık... En çok da erkeklerin okuması gereken. İki Yıllık’ta başlayıp Mamak’ta kafeste, C blokta, A blokta, dört karışa beş karışlık tabutluklarda süren bir direnişin hikayesi... Dayanışmayla, şefkatle, kahkahayla...
***
Dayanışmayla...
“ ‘Bizim [uygun adım] yürümediğimize artık alıştılar. Bize bir şey yaptıkları yok, yeni gelenleri kıracaklar. Ondan sonra askerlerin bunlara yönelmesi ile birlikte bizim o yürümeyenler grubunun içerisinden n’apıyorsunuz, görmüyor musunuz, zaten ne haldeler, bilmem ne falan diye biz bağırmya başladık. (...) Bizim bağırmamızla birlikte, bu sefer onları bıraktılar, bize yöneldiler.’ Dayağın bile paylaşıldığı bu ortamdan hatırlanan, dayanışmanın verdiği mutluluktur: ‘Bu arkadaşlarla nasıl sarıldık, nasıl ağlıyoruz, biliyor musun? Bir yandan onlar ağlıyo, bir yandan biz. Onlar diyor ki, bizim yüzünüzden siz dayak yediniz. Biz diyoruz ki, oh size dayak attırmadık.’ “ (135)
Şefkatle...
“Hayat, gördüğü şiddet sonucunda yürüyemeyecek hale gelen kadın arkadaşlarına komünce nasıl baktıklarını ve onu yürütmeyi nasıl başardıklarını anlatmaktadır: ‘Bir yıl boyunca onun koluna girdik, yürüttük, ovaladık, masaj yaptık... ona göre bi şeyler yedirilmeye çalışılıyor... O destekle sonradan yürüdü.’ Feride de, koğuşa geldiğinde kendisine gösterilen şefkati, ‘hayatımda en çok şefkat gördüğüm zaman annemden sonra’ diyerek tanımladığı o ‘muhteşem’ anı unutamıyor: ‘Müthiş bir karşılamaydı. Sular ısıttılar, beni yıkadılar... o şahane bir duygu.” (129)
Kahkahayla...
“Aldırmazlığın ilk işaretleri, havalandırmada askerlerden dayak yiyen kadınların koğuşlarına girer girmez attıkları kahkahalardır. Bu kahkahaların en hatırlanan vesilesi, dayak atan askerlerin ve askerlerden dayak yiyen tutuklu kadınların taklitlerinin yapılmasıdır. (...) ‘Biz koğuşa girerdik, hep onların taklidini yapardık. Kendimizle dalga geçerdik. (...) cop dansı derdik... sen böyle yapmıştın, hayır ben böyle yapmıştım. Cop geliyor ya mesela sen ayağını kaldırıyosun şimdi vuracak şöyle yapıyorsun böyle yapıyorsun.’ (...) Bu sırada koğuşu, havada uçuşan reklam cümlelerinin yol açtığı kahkahalar dolaşır: ‘Lasonil’le vücudum çok daha yumuşak!’” (81)