Aramızda engebeli yollar, aşılmaz karlı dağlar vardı. Birbirimizi görebilmek için uzun ve tehlikeli yolculuklara çıkardık. “Yollarda telef olacağız, bu böyle olmayacak, bir yere yerleşelim, böylelikle daha rahat görüşürüz” dediler ve yerleştik. Bu sefer de aramıza çitler, taş duvarlar girdi, görüşemez olduk. “O halde kendimize bir merkez belirleyelim, düzenli aralıklarla toplanırız” dedik. Fakat merkezde herkes aynı anda konuşunca yine ayrı düştük. “Moderatöre ihtiyacımız var” dedi birisi; kabilemizin şefini ve şamanını merkeze moderatör olarak atamaya karar verdik. Bir de baktık, şaman ile şef evlenmiş ve merkezde nur topu gibi bir tanrı kralımız olmuştu. Ve bir daha da asla bir araya gelemedik. Aramızda politikacılar, ruhban sınıfı, ideologlar, reklamcılar, psikologlar, savcılar, yargıçlar, avukatlardan oluşan devasa bir arabulucular ordusu var. Bir araya gelmeyi denedik, aramıza kolluk kuvvetleri girdi. Anlayacağınız, artık doğrudan karşılaşmamız mümkün değil. İlişkilerimiz aracılar tarafından durmadan dolayımlanıyor. Keşke eskisi gibi aramızda sadece yollar, karlı dağlar olsaydı, kavuşabilmek için yolları aşıp dağları delseydik; buluştuğumuzda tanrılardan çaldığımız ateşle sigaralarımızı yakıp yeryüzünü aşkın yüzüne çevirseydik. Aramıza arabulucular girdiğinden beri aramız bozuldu, artık yeryüzüne nefret ekiyor ve nefret biçiyoruz, yeryüzünü nefretin yüzüne çevirdik.

***

Başlangıçta söz vardı ve sözcükler ile şeylerin, dil ile gerçekliğin birbiriyle örtüştüğü zamanlardı. Sözcükler o kadar saydamdı ki içlerindeki şeyleri tüm çıplaklıklarıyla görebilirdiniz. Bedenler de öyle, mesela leb demeden karşınızdaki sizin leblebi diyeceğinizi anlardı. Yazı icat edildi; leb, yani dudak ile sözcük, gösteren ile gösterilen giderek birbirinden ayrıldı. Saussure’ün dediği gibi gösterge keyfidir, yani gösteren (sözcük) ile gösterilen (nesne ya da kavram) arasındaki bağ rastlantısaldır. Sözcükler, şeylerin kendilerine gönderimde bulunmazlar. Sözcüklerin, bir sistem olan dilin içindeki noktalar olarak anlamları vardır sadece. Ve dilin içine yerleştiğimizden beri gerçek dışarıda kaldı, dilin kendi gerçekliği ve şeyleri vardı. Bir dilin içindeki şeyler olarak anlam üretebildiğimiz ölçüde anlamlıyız, dilin dışında ise bir hiç. Ve bir dilin içindeki sözcükler şeylere değil de başka şeylere gönderimde bulunuyorsa yabancılaşırsınız. Yabancılaştık. Sözcükler tanıdık, fakat dilin sakinleri aynı sözcükleri kullandıkları halde başka şeylerden söz ediyorlar artık, tanıdık yabancılar. Tekinsizim, tekinsizsin ve tekinsiz. Ve dil tekinsizleşince sözcüklere güvenmeyin, sizi hiç ummadığınız yerlere götürebilirler.

***

Başlangıçta aramızda yollar vardı, bir araya geldik, ama aramıza aracılar, araçlar girdi. Sözcükler, dil içinde yolculuklara çıktığımız, bizi bir yerden başka bir yere götüren araçlar. Fakat varılacak yer artık sürücülerin insafına kaldı. Haritalar da farklılaştı, aynı sözcüğün varış noktası, haritaya göre değişebilir. Diyelim ki sürücüye “seccade” dediniz, seccadeden boyun eğmeyi, teslim olmayı anlayan bir sürücü sizi en yakın mescide götürecek, bir başkası ise halı çeşitlerinin bulunduğu bir halıcı dükkanına. Biri için seccade kutsal bir nesneyken, diğeri içinse evinizin zeminine sereceğiniz dekoratif bir öğe. Ve dil içinde kaldığınız sürece ya merkezdeki tanrı krala, yani kutsala boyun eğeceksiniz ya da dilin dekoratif bir öğesi olarak işlev göreceksiniz. Dilin dışı var mı? Dilden çıkamasak da en azından gerçek ile temas edebilmek için dili çatlatmamız gerekecek, marketlere yapıştırdığı etiketlerle gündem olan Mahir Akkoyun gibi. Kültürel kodları ters yüz etmek ve dayatılan mesajların arkasındaki politik gerçekliği görünür kılmak. Aksi takdirde semiyotikçilerin kurguladığı bir dilin içinde kurgulanmış hayatlar süreceğiz.

“Bugün kapitalist iktidar, polis ya da açık fiziksel baskı kullanımından daha çok, semiyotik boyun eğdirmeyle iş görüyor.” (Felix Guattari) Paralı semiyotikçilere, reklamcılara hazırlatılan bir dilin içindeyiz. Nereden nereye? “Aramızdaki mesafeleri kaldıralım, bir araya gelelim” demiştik, bu sefer de dil içinde uzak noktalara yerleştirildik. Ve gerçeklikten koptuğumuzdan beri ağzımızdan çıkanı kulağımız da duymuyor artık, sağırlaştık.