Bizim kabilenin müfredatı
“Dünyanın diğer ülkelerinde ne öğretiliyorsa biz de çocuklarımıza onu öğretelim deyip yeni müfredat hazırladık.”
“Demokrasiyi sizden öğrenecek değiliz!” deyip her türlü demokratik yapıyı çökerten, “En çevreci biziz!” deyip ülkenin yeşil alanlarını asfalt ve beton tanrısına kurban eden, yani kısaca uluslarüstü değerlere dair ne söylüyorsa mutlaka tersini yapan adamın bakanı böyle diyorsa, kesin olan tek şey vardır: O müfredatın dünya ile ilişkisi en aza indirilmiştir.
Yerli ve Milli Eğitim Bakanı’nın ‘dünyanın diğer ülkeleri’nden anladığı şey resmi olarak şeriatla yönetilen ülkeler olsa gerek ki, ağırlık merkezini Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi adlı 12 Eylül hediyesinin yanı sıra ‘Peygamberimizin Hayatı’, ‘Temel Dini Bilgiler’ ve ‘Kur’an-ı Kerim’ derslerinin oluşturduğu bir müfredatı böyle tanıtmaya çalışıyor. Nasıldı o söz? “Reyizine bak, bakanını al!”
Ama bu bakan beyin ‘başgan’ından ayrıldığı bir nokta var: “Şecaatin arz ederken merd-i kıpti sirkatin söyler.” sözündeki merd-i kıpti gibi, müfredatı iyi göstermeye çalışırken asıl ideolojik arkaplanlarını açığa vuruyor. Yeni müfredatın kabul edildiği gün (27 Eylül 2024 Cuma), ‘dünyanın diğer ülkeleri’ne yaptığı göndermeden sonra şunları söylüyor örneğin:
“Müfredatımızı hafiflettik, minimum yüzde 35 oranında hafifledi, müfredatımızı sadeleştirdik. Hafiflettik diyorum, bunu yaparken çıkardığımız bir şey yok. Bu konu bilimsel değildir diye çıkarmıyoruz, şunun için çıkarıyoruz. Bu çocuğa pedagojik olarak bu yaş grubuna bu bilgi uygun değil. Bu bilgiyi gitsin ön lisans, lisans veya başka programlarda alsın.”
“Bu konu bilimsel değildir diye çıkarmıyoruz.” tümcesinin içerdiği anlam ortada: “Neyi çıkarıp neyi tutacağımıza karar verirken, ders konusunun bilimsel olup olmadığı bizi ilgilendirmiyor.”
∗∗∗
Aynı konuşmada, yerli ve milli bey, bir de şöyle diyor: “Türk olan herkesin gurur duyacağı bir eğitim müfredatının uygulamaya koyduk.”
E, hani ‘dünyanın diğer ülkeleri’ şeyi?
Birkaç dakika içinde söylenen birkaç cümlenin birbiriyle bu kadar ters düşmesini sadece ‘merd-i kıptilik’ durumuyla açıklamak kesinlikle mümkün değil!
Bu ilginç tanımlama, olsa olsa şöyle diyaloglara yol açabilir:
“Ben bu müfredattan hiç memnun değilim.”
“Öyleyse siz Türk değilsiniz.”
“Yoo, Türküm. Ama bu müfredat bana çok ters geldi.”
“Öyleyse Türklüğünüzde bir sıkıntı var demektir.”
Değeri ancak bir ırka/millete mensup olmakla anlaşılabilecek bir müfredat hazırlamışsanız eğer, aslında hiç de değerli bir müfredat hazırlamamışsınız demektir. Tersine, sadece sizin zihniyetinize uyan, o çocukları büyüdüklerinde parçası olacakları uluslararası bilgi platformuna, dünya düşünce ve bilim tarihine yabancılaştırmayı amaçlayan çok ilkel bir müfredat hazırlamışsınız demektir. Böyle bir müfredatla yetişecek çocukların vay haline!
BİR ELEŞTİRİYE DAİR
DEM Parti milletvekili Özgül Saki, ‘Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli’ müfredatının ilk hali masaya sürüldüğünde eleştirilerini dile getirirken çok ilginç bir örnek vermişti: “Mesela fizik dersinde öğretmene ‘ışık nedir’ konusunu ‘camiye giren insanların gölgeleri’ örneği üzerinden anlatması ‘telkin’ ediliyor. Platon’un ‘Mağara alegorisi’ yok; onun yerine camideki insanların gölgeleri anlatısı var.” (İrfan Aktan’ın söyleşisi, artigercek.com, 27.05.2024, erişim: 28.09.2024, 22:00)
Platon’un Devlet’te anlattığı mağara alegorisini anımsamakta fayda var: Karanlık bir mağaraya zincirlenmiş insanlar olduğunu düşünelim. Sırtları mağaranın girişine dönük olarak duran bu insanlar başlarını sağa sola çevirememekte, sadece karşılarındaki duvarı, o duvara dış dünyadan düşen gölgeleri görebilmektedir. Başka hiçbir bilgi sürecini deneyimleyemeyen bu insanlar, gölgelerin biçim ve hareketlerini gerçekliğin ta kendisi olarak algılar. Nihayet bir gün bu insanlardan biri zincirlerinden kurtulup mağarayı terk eder. Dışarıda yeni bir gerçeklikle karşılaşan bu insan, duvardaki gölgelerin gerçek olmadığını, hatta gerçeğin temsili bile olmadığını fark eder. Bunu arkadaşlarıyla paylaşmak üzere geri döner, ama mağaradakiler dışarıda bildiklerinden farklı bir gerçeklik olduğuna asla inanmaz. Bu insanlara, o zincirlerden kurtulmadıkları, mağaradan en az bir kez çıkmadıkları sürece dünyanın gerçekliğini aktarabilmek olanaksızdır.
Görüldüğü gibi bu, ışık ve gölgenin doğasıyla değil, bilgi edinme süreçleriyle ilgili bir benzetme. Yani fizik dersinde anlatılması çok da mantıklı görünmüyor.
Artı, müfredatın kabul edilmiş son haline dair metinleri didik didik aramama rağmen, ‘Platon’un mağara alegorisi yerine camideki gölgeler telkini’ni bulamadım.
Ve son olarak, bu örneklemede mağara yerine camiyi koymayı, olsa olsa aydınlanmış, ‘mağaranın dışı’ndaki gerçek dünyayı görmüş bir zihin önerebilirmiş gibi görünüyor.
Bu yüzden Özgül Hoca’nın -kendisi fizik öğretmenliği de yapmıştır- bu eleştirisini bir yere oturtamadığımı belirtmeliyim.