Erkek ve kadın masaya oturdular. Garson geldi ve siparişlerini sordu. Kadın ve erkek birbirlerinin gözlerine bakıyorlardı, garsona yanıt vermediler, işaret bile etmediler. Garson bir süre durdu, biraz daha durdu ve sonra diğer masalara gitti.

Şimdi kadın ve erkek karşı karşıya. Biri bir şey söyleyecek, biri bir şey söylemeli. Ama ikisinde de çıt yok.

“Hep seni düşündüm” demek geliyor erkeğin içinden. Demiyor, çünkü romantik komedi gibi bir söz bu; öylesine öylesine. “Madem düşündün neden aramadın hiç?” demezler mi adama? Hem, düşündüysen düşündün, bu seni daha mı kıymetli kılacak, daha mı farklı olacaksın, laf olsun, bardak dolsun. Susuyor.

“Canım benim” demek geliyor kadının içinden ama demiyor bunu, çünkü evet, çoktan gömülmüş bir sandıkta, fotoğraf karelerinden kefene sarılmış bir ‘can”ı var ama gel de anlat bunu şu cansız bedene; böyledir hayat cancağızım, çınar bakar, pınar akar. Susuyor.

***

Kapağı kaldırıyorum, kapak mı denir buna? Ekran hemen açılıyor. Her genç reklamcının rüyası retina yazış makinesi. Ve işte şimdi, haftalık kavramsal sorumla karşı karşıyayım:

“Yazsam yazsam, bedavaya ne yazsam?”

“Ölüm oruçları?” diyor bilgisayarımın ekranı. “Sizin üzerinden sizle inatlaşıyor, uymayın şu fesata,” diye yazmak geliyor içimden. Zaten fidan gibi zayıf oğlanlar ve kızlar açlık grevinde, üvey devlet babanın küllenmiş kedileri, gargamelyanın kızıl şirinleri. Susuyorum. Bir duble rakı içiyorum.

Beşli çete, altılı masa, İzmir Mersin, yer misin? Bas günceli, herkes dolsun. Sonra yine aynı herkes bildiğini okusun. Klavye tık etmiyor, sayfa hala boş. Şeytan diyor: Boş ol, boş ol, boş ol...

“Şöyle duyarlı bir şeyler söyle. Düzgün cümleler kur, extra strong erkek sesiyle yaz. Edip Cansever alıntısı yap, lafı bir şekilde Tutunamayanlar’a getir, kimsenin tanımadığı bir yazardan sanki çok tanıyormuş gibi bahset, akademik kariyerini önemsemiyormuş gibi sezdir, yetmedi sızdır, tüm tevazuunla tepeden bak, “O öyle değil, böyle” de, biraz sertleş, daha hızlı, şimdi daha hızlı, daha hızlı, durma, durma, devam et, devam et, içini boşalma, içini boşalma, hadi artık gel, saadete gel, okurunla aynı anda, ne mutlu böyle bir yazara?

***

“Sonra?”

“Sonra bir elinde telefon, bir elin kumanda; iki panel, üç zoom, daha ne olsun?” Mantıklı geliyor bilgisayarın bu söyledikleri, retinam kamaşıyor, karnım acıkıyor.

“Aşklardan bahset,” diyor. “Masadaki kadın ve erkekten bahset. Ne güzel başlamıştın o hikâyeye. Niye karıştırdın ki beni? Onları anlat bize. Susmaktan bahset. Gene mi susadın? Başlıkla yakala tüketiciyi, pardon müşteriyi, pardon hedef kitleyi, pardon vicdan emicileri, pardon geyşaseverleri, pardon obezleri... Başlıkla yakala onları. (Nefretle Kazanılan Güç, aman ha, böyle başlık olmaz, eceline mi susadın?) Kısa kısa yaz. Kısa cümleler kur. Kısa yaz, münevver havası olsun. Bir köy bul kendine. Köylü ol, hatta köycü ol. Sakın yolcu olma. En iyisi köy. Adı yol olan köy de olabilir bu arada, neden olmasın, Kayahan gibi, bir daha: Ne den ol ma sın? Sizin köyün veya komşu köyün beğendiklerini beğen, enerjini font dekorasyonu için kullan. Düşman köylere saldır, nasılsa seni korur köylülerin. Birinciye laf, ikinciye merhamet etme, en önemlisi bu. Burnunun götürdüğü yere yerleş. Yolculuk çok zor, sakın çıkma duble yollara. Her taraf köy dolu, gir birine, sıcak bir çorba iç, tarlana git, ek, biç, ye, iç. Köylünü yala, yala ki yalaka yakala, yakala Joe, Joe, Joe...”

Ucuz kafiyeler pasajında az çorba, bir de küçük iskender söylüyorum, içim geçiyor, içimden neler geçiyor. Canım asansörden çıkarken en çok Sakallı Celal’e sıkılmakta. (virgülün anlam ve önemi) Yani esas ilginç olan Süpermen’in uçması değil de, (uçar uçar kardeşim, adam uzaylı) bir gözlük takınca kimseler tarafından tanınmaması değil mi? Anılar diyorum, bir şeyler... Belli ki çok yücelttiğim, Firüzağa Camii’ndeki musalla taşının önünde konuşan ihtiyarın sözleriyle “estetize” ettiğim şeyler. Bunlar toplanıyor “ben” oluyor. Benler toplanıyor biz oluyor. Beni çıkar, siz oluyor. Çarparsan söz oluyor, bölersen göz oluyor. Ve tüm bunlar vallahi tam olarak böyle oluyor, anlamadıysan rewind’a bas, dur, şimdi play’a bas. Nasıl, haksız mıyım?”

***

“Pardon...” diyor garson. “Bütün masalarımız dolu ve müşterilerimiz ayakta kaldı. Bir siparişiniz var mıydı acaba?”

Kadın ve erkek garsona hiçbir tepki vermeden oturmaya devam ediyorlar. “Saatlerdir bu masada birbirimize sustuk, şimdi garson kardeşe mi konuşacağız? Ağzımızdan çıkan ilk sözcük, iki çay bir tost mu olacak?” Kıpırdamadan ve konuşmadan, garsona hiç yanıt vermeden, işaret bile etmeden.

Şaşıran garson, “Ne yapayım?” der gibi şef garsona bakıyor. Şef düşünüyor: Masa işgal altında, cirolar düşebilir, kötü örnek olabilir, dünyanın düzeni bozulabilir, eyvah ki eyvah.

Ekranın ışığı yüzüme yansıyor, bu ışık ne gün ışığı, ne ay ışığı, karşımdaki boş sayfa, bendeki ben, sizdeki ben, bizdeki siz, ben sen o, bizsiz onlar.

Garsonlar erkek ve kadına biraz daha süre verme kararı alıyorlar. Süre başladı.