Black Mirror’da ayna kırıldı

Black Mirror,, zaman zaman rehberimiz, zaman zaman zihnimizi sarsan bir ilham, kimi zaman da acı gerçeklerle yüzleştiren sert bir uyarı olarak karşımıza çıkmaya devam ediyor. Bana kalırsa, bizden sonra gelecek nesiller veya başka türler için eşsiz bir sosyolojik hazine olmaya da devam edecek… İlk sezonlarında adeta teknolojik bir distopya tokadıydı; izleyiciyi sarsıyor, hiçbir merhem sunmadan orada bırakıyordu. İşte bu sertlik, onun alametifarikasıydı. Ancak yedinci sezondaki dönüşüm, Black Mirror’ın da bu döngüyü fark ettiğini ve “sürekli şok etme” stratejisinin sürdürülebilir olmadığını kabul ettiğini gösteriyor. Bu değişim, Black Mirror’ın özünden ödün vermesi değil, tam tersine çağın duygusal ihtiyaçlarına yeniden kalibre olması.
DİZİNİN EVRİMİ
Artık “teknoloji korkusu” değil, “teknolojiyle birlikte yaşama çaresizliği” anlatılıyor. Ancak bu yeni yönelim, her adımda tutarlı sonuçlar üretmiyor. Mesela yeni sezonun en büyük hamlesi, dizinin ilk kez eski bir bölüme doğrudan devam niteliğinde bir bölüm sunması: USS Callister: Into Infinity. Fakat ironik biçimde, bu bölüm sezonun en zayıf halkalarından biri olarak karşımıza çıkıyor. Çünkü Black Mirror’ı güçlü kılan şey, bilinmezliğin ve öngörülemezliğin yarattığı heyecandır. Tanıdık bir evrene dönüş, bu heyecanı törpülüyor. Bu bölüm, dizinin geçmişe dönük değil, geleceğe bakan yönünün daha verimli olduğunu hatırlatıyor. Neyse ki bu riskli son bölümden önceki bölümler, Black Mirror’ın yeni sezondaki ruhunu çok daha güçlü yansıtıyor. Örneğin Common People, yapay zekâ destekli bir ölümsüzlük teknolojisinin içinde sıkışan bir çifti anlatıyor. Burada teknoloji, modern hayatın ekonomik ve duygusal kırılganlıklarına dair sert bir toplumsal eleştiri sunarken, aynı zamanda insana duyulan şefkati de yansıtıyor. Teknolojinin karanlık yüzüyle insanların çaresizliği ve umudu arasında ince bir çizgi kuruluyor. Hotel Reverie ise nostalji, kimlik ve anlatının gücü üzerine incelikli ve yaratıcı bir keşif. Yapay zekâ simülasyonunda eski bir aşk filmi yeniden canlandırılırken, Brandy adlı karakterin diğer yapay varlıklarla kurduğu ilişkiler, hem Star Trek’in Holodeck’ine hem de Her filmine atıf yapar şekilde, teknolojinin insan ruhuna dokunan yönünü gözler önüne seriyor. Bu bölümün duygusal derinliği, teknolojiyle insanın iç içe geçmiş varoluşunu sorgulatıyor. Sezonun zirve noktası ise, bana kalırsa, Eulogy. Teknolojiyi arka plana iterek geçmişe ve kaybedilen fırsatlara dair sade, samimi bir yüzleşme sunan bu bölümde, Paul Giamatti’nin hayat verdiği karakter, ölen sevgilisinin anısına sanal bir tören düzenlerken, hafıza ve kayıp temaları harika işleniyor. Teknoloji burada unutmayı değil, hatırlamayı kolaylaştıran bir araç haline geliyor. Dediğim gibi, bu sezon Black Mirror’ın sertliği yumuşadı ama çekiciliği kaybetmedi. Bilinmezliğin yerini yer yer tanıdıklık alsa da, dizinin esas gücü artık sadece şokta değil, duyguda da saklı. Bu evrim elbette aniden ortaya çıkmadı. Aslında bu değişimin ilk habercisi, yıllar önceki San Junipero bölümüydü. O bölümde teknoloji, ilk kez bir mahkûmiyet değil, bir özgürleşme aracı olarak karşımıza çıkmıştı. San Junipero ile birlikte, insanlar sadece yozlaşmış değil, aynı zamanda kırılgan, duygusal ve empatiye açık varlıklar olarak resmedilmeye başlandı.
2000’lerle birlikte, insan kendini “geleceğin tanrısı” gibi hissetmeye başladı. Genetik mühendislikten yapay zekâya, dijital bilinçten beden tasarımına kadar pek çok şey mümkün hale geldi. Peki, insan doğası gerçekten değişmez mi, yoksa oynanabilir, yeniden inşa edilebilir bir şey mi? Black Mirror, bu sorunun peşine düşen en çarpıcı anlatılardan biri oldu. Her bölüm, ekranın karanlık yansımasında aynı soruyu tekrar tekrar sordurdu: “İnsan olarak kalmak mümkün mü?” Bugün ilişkilerimizi, duygularımızı, hatta yaslarımızı dijital platformlarda yaşıyoruz. Ekranlar artık sadece bir araç değil, hayatın ta kendisi. Ancak bu sürekli “bağlı” olma hali, paradoksal biçimde daha fazla yalnızlık getiriyor. İşte tam burada teorisyenler devreye giriyor. Guy Debord çoktan demiş: “Bu çağda gerçeklik yok, onun yerine gösteriler var.” Sherry Turkle ise “Birbirimize bağlıyız ama aynı zamanda yapayalnızız” diyerek tam da bugünün dijital yalnızlığını yakalamış. “Hotel Reverie” bölümü, onun tezinin dramatik bir yansıması gibi. Ve tabii Zygmunt Bauman… Ah Bauman! “Akışkan modernite” kavramıyla ilişkilerin artık sabun köpüğü gibi geçici ve kırılgan olduğunu söylüyor. “Common People” da bu akışkan, kırılgan bağların modern alegorisini sunuyor. Yani sonsuz yaşam teknolojisi var ama duygusal yakınlık hala kopuk. Kısacası, artık birbirimize dokunmuyor, veri alışverişi yapıyoruz. Duygular algoritmalara, anılar bulut sistemlerine hapsoluyor. Bu durum hem bireysel yalnızlığı hem de kolektif hafızanın erozyonunu hızlandırıyor. Nihayetinde, Black Mirror teknolojiyle ilişkimizi sorgularken, insan olmanın özünü de hatırlatıyor: bağ kurabilmek, direnebilmek ve umut etmek. Belki de dijital çağda en radikal direniş biçimi, hâlâ insani bağları koruyabilmekten geçiyor. Bugün bu fikir bazılarına erken ya da soyut gelebilir; fakat zamanı geldiğinde, insanı insan yapan en güçlü karşı koyuş, yine bağ kurma yetisinde yatacaktır.