Elbette bizim aramızdan Brecht’ler çıkabilir ama bazılarımız da eylemsiz kalarak çare bulamayan tarafımızla Şükrü Erbaş’ın dediği gibi “Bunalıyoruz çocuk, bunalıyoruz/Biçim veremediğimiz şeylerin/Biçimini alıyoruz halinde” yaşayabilir.

Bodrum katında ufku aramak

Tuğba Kurt Ulucan

Öldürmenin pek çok yolu vardır. 
Karnına bıçak saplayabilirler, 
Ekmeğini elinden alabilirler, 
Hastalığını iyileştirmeyebilirler, 
Kötü bir evde yaşamaya zorlayabilirler seni. 
Kendini öldürmeye itebilirler, 
Ölesiye çalıştırabilirler, 
Savaşa yollayabilirler. 
Bizim devletimizde bunların pek azı yasaklanmıştır.

Bertolt Brecht, aktaran: Nermin Yıldırım, 2022

Sanırım bu kokuyu bir yerden hatırlıyorum çocukken yaşadığım apartmanın bodrumunda bir boşluğu ya da odaya benzeyen bir bölgeyi arkadaşlarımla kendi mülkümüz ilan edip, düzenlemiştik. İşte bu koku tam olarak oranın lağım kokusuydu.

Hatırlatıcı olan koku ise geçenlerde gittiğim tiyatro salonunun merdivenlerinden inerken aldığım kokuydu. Üstelik bu tiyatro salonu da yüksek katlı bir binanın bodrum katındaydı. Karanlık, aşağıya inen merdivenler ve bu keskin kokuyla beraber bodrumdaki o yere dair birçok şey hızlıca zihnime gelmeye başladı. Zihnimde olaylar, görüntüler, kokular dönerken aklıma “yerimize” verdiğimiz isim de geldi. Çok ilginçtir ki bodrumdaki bu yerimize “karargâh” diyorduk.

Karargâhımızda ise iki berjer, bir sehpa ve sehpanın üstünde mum (elektrik yoktu çünkü) ve eski kitaplar vardı. Günün belli saatlerinde mumumuzu yakıp kime ait olduğunu bilmediğimiz berjerlerimize oturup biraz zaman geçirip gün içerisinde ne oyun oynayacağımızı, nereye keşfe gideceğimizi vs planlardık. Oyun ya da gezmek dışında tarla yapmak, çöp toplamak ve çevreye zarar veren çocuklara eğitim vermek gibi işler de edinmiştik kendimize.

Bugünden geçmişe bakıyorum da sanırım o günler de kendimizce mükemmel olmayan ideal bir dünya yaratmaya çalışıyorduk. Ve ‘80 kuşağındaki bizlerin kendince muazzam idealizminin ve romantizminin içinde hiç savaş olmamasına rağmen bugün oraya neden karargâh dediğimizi de son yıllarda yaşadıklarımızla idrak edebildim. Meğer yetişkinliğimizin denk geldiği bu “çaresiz, yıkıcı senelere” hazırlık yapıyormuşuz… Demek ki ülkemizin gururlarının bizi tekrar bodrum katına yerleştireceğini çok öncelerden hissetmişiz…

2020’ler de olup olumsuz yaşam koşullarında yaşamaya çalışan sevgili kuşakdaşlarım için bu sosyoekonomik regresyonu hissederken belki biraz paylaşmak, anlamaya çalışmak, konuşmak bize iyi gelebilir diye düşünüyorum. Bir süredir hissedilir bir regresyonun ruhsallığımızın etrafını sıkıca nasıl sardığını gözlemlerken yıllar önce bu çaresizliklerin, olumsuzlukların benzerini hatta daha fazlasını yaşamış tiyatro yazarı Bertolt Brecht’in yukarıda alıntı yaptığım şiiri de düşüncelerime eşlik etti. Brecht’in bugünümüze denk düşen bu şiiri ve diğer eserleri de muhtemelen hem kendi çağını hem de sonraki çağları yakalamaya niyetlenmiş bir insanın ruhsallığının izdüşümleridir. Ve bu izdüşümün izleğiyle Bertolt Brecht’in hayat hikâyesi ve tiyatrosunu da içinde bulunduğumuz toplumsal durumları algılamamız açısından özdeşleşebileceğimiz bir alan açabilir diye düşünüyorum. Bu nedenle sizlere biraz kendisini hatırlatmak istedim. “Bertolt Brecht 1898 Almanya doğumlu şair, oyun yazarı, tiyatro yönetmeni ve kuramcısı olarak başarılı oyunlarından başka kuramsal yazıları ve uygulamada getirdiği yeniliklerle 20. yüzyıl tiyatrosuna yön vermiş biridir. Varlıklı bir aileden gelen Brecht edebiyata ve tiyatroya ilgi duymasına karşın, 1917’de liseyi bitirdikten sonra Münih’te tıp okumaya başlar. I. Dünya Savaşı’nın son yılında, 1918 sonbaharında askere alınarak, Augsburg’daki askeri hastanede sağlık görevlisi olur. Brecht’in hastanede tanık olduğu sefalet, ölene dek kararlı bir şekilde sürdüreceği savaş karşıtı tutumunun temelini oluşturur. Aynı zamanda kişiliği de belli başlı yönleriyle bu yıllarda belirginleşmiştir. 1920’de annesinin ölümü üzerine tıp öğrenimini yarıda bırakarak, Münih’te yazarlıkla geçinmeye başlar (Nutku 2007).” Anladığım kadarıyla şiirinde bahsettiği gibi istemediği birçok şeyi de yapmış olsa da sonun da içindeki doğumu, arzusu yönünde gerçekleştirebilmiştir. Bu arzusunu takriben de bütün dünya gibi Almanya’yı da sarsan büyük bunalımın etkisi altında, ekonomik ve toplumsal sorunlara çözüm getirebilmek için 1930’dan başlayarak bir dizi öğretici oyun yazmıştır. Yazdıklarıyla da dünyayı dönüştürmek farklılaştırmak istemiş ve bu doğrultuda kendi alanında önemli bir referans olabilmiştir. Bu yazının ilk kısmını bitirdiğim esnada okuduğum kitabın içinde karşılaştığım bu şiiri de tam da içimden geçen benzer hislerle yakalamıştım. Bundan dolayı da tiyatro salonun kokusuyla uyanan çağrışımlarımı bir tiyatro yazarının arzusuna bağlamam da sanırım hiç tesadüf olmadı. Ve sanırım bu tiyatro yazarının içinden geçtiği sosyal, ekonomik ve psikolojik regresyonlarının birçok benzerleri tarafından bugün kuşatılmış olmamız da pek tesadüf değil. Çünkü birçok açıdan gerçekten yaşam mücadelesi veren bir kuşak haline geldik.

Kendi iç dünyamızın cephelerinde hayatta kalabilmek için ciddi mücadeleler veriyoruz. Bu mücadelelerin temeli de aslında eskiden olsa “basit kaygılarla” yapabileceğimiz şeyler; bir ev almak, çocuklarımızın iyi bir eğitim almasını sağlamak, optimal bir tatile gitmek gibi “basit şeyler”. Bu şeyler yani basit kaygılarla halledilebilecek şeyler için “çok çalışsak” dahi yolumuzda ilerken yolda sürekli bomba yiyip devrilen araçlar gibi hissediyor olmamız, bizim dışımızdaki bombanın gerçekliğiyle, kocaman rasyonel çaresizliğimizle ilgili değil mi? Çare olarak da, olmayan köylerimizdeki olmayan dede ocaklarımıza çağrılıyoruz üstelik. Sanki tarım toplumuna geçin ya da geçemiyorsanız hakkınıza razı gelip susun oturun deniyor.

Bunları yapmayınca da pes ediyor, sistem tarafından olgunlaşmamış, sorumluluktan kaçan, başarısız, konformist bireyler oluyoruz. Kontrol edemediğimiz şeylerin sorumlusu değil çaresizliğin yüklendiği zihinleri değil miyiz biz? Ve tüm bu çaresizlikle son zamanlarda ötekinin de yüreğine su serpecek gücü bulamıyoruz değil mi? Çaresizliğin yarattıklarıyla köyümüze gitmeye ya da dilini bilmediğimiz denkliğimizin olmadığı ötelere göçmeye niyetleniyoruz. Bunlar da kaçma olarak ele alınırken çare aradığımız düşünülmüyor sanırım.

Elbette bizim aramızdan Brecht’ler çıkabilir ama bazılarımız da eylemsiz kalarak çare bulamayan tarafımızla Şükrü Erbaş’ın dediği gibi “Bunalıyoruz çocuk, bunalıyoruz/Biçim veremediğimiz şeylerin/Biçimini alıyoruz halinde” yaşayabilir. Tüm bu toplumsal, ekonomik regresyonların yaratıcılığa dönüştüğü bahçelerde sesimizi duyurabildiğimiz ruhsal genişliklerde buluşabilmek dileğiyle… Umarım önümüz bahçe bahardır…
    
Kaynakça:
Nutku, Ö., 2007. Bertolt Brecht ve Epik Tiyatro. İstanbul: Özgür Yayınları.
Yıldırım, N., 2022. Bavula Sığmayan. İstanbul: Hep Kitap.