Muhalefet AKP’ye oy veren mavi yakalıların, hizmet sektöründe, inşaat sektöründe çalışanların, kent ve kır yoksullarının oyunu alabilecek radikal bir program geliştirip onların oylarına talip olamamıştır.

Boş tencerenin götüremediği bir iktidar?
Fotoğraf: DepoPhotos

Fatih YAŞLI - Yazar, Akademisyen

2021 yılının Aralık ayında Erdoğan “Türkiye ekonomi modeli” adlı bir ekonomik program açıkladı. Program özü itibariyle faizlerin yapay bir şekilde düşürülmesine ve bundan kaynaklı olarak döviz kurunun yükseltilmesine dayanıyordu. Böylece düşük faizler aracılığıyla sermayedarlar ucuz krediye boğulabilecek, yüksek döviz sayesinde ise hem ihracatta fiyat rekabeti sağlanabilecek hem de emek maliyetleri aşağıya çekilecekti. 

Türkiye ekonomisi başta enerji olmak üzere ithal girdiye bağımlı olduğu için bu programın enflasyonu patlatması kaçınılmazdı ve sahiden de öyle oldu; enflasyon kısa süre içerisinde ve son derece hızlı bir şekilde arttı.

Bu da beraberinde hızlı bir alım gücü kaybını ve yoksullaşmayı getirdi. Korkut Boratav’ın ifadesiyle Türkiye tarihinin en büyük bölüşüm şoklarından biriydi yaşanan. Sermayenin gelirden aldığı pay giderek artarken, emeğin aldığı pay giderek azaldı; yani zengin daha da zenginleşirken yoksul daha da yoksullaştı.

Peki, sadece bölüşüm şoku ile somutlaşmayan, bütün bir makroekonomik dengeleri altüst eden bu politikalar Erdoğan iktidarının iş bilmezliğinden ya da “nas”tan mı kaynaklanıyordu? Ekonominin bugün içinde bulunduğu durumun esas nedeni beceriksizlik ya da faizin günah olarak görülmesi miydi? 

Elbette ki hayır! Erdoğan dünya ekonomisi bir daralma evresine girerken, başta FED olmak üzere merkez bankaları ardı ardına faiz artırırken ve Türkiye’ye girecek sıcak para miktarının azalması kaçınılmazken bir tercih yaptı; bu tercihin adı da “enflasyonla büyüme” oldu. Yani Erdoğan, faizleri yükseltip ekonomiyi soğutmak, başka bir tabirle çarkları yavaşlatmak ya da durdurmak yerine halkın yoksullaşması pahasına ekonomik büyümeyi tercih etti. 

İşte bu “yoksullaştıran büyüme”, adı üstünde, halkın alım gücünü azalttı ama çarkların yavaşlamasını, kâr oranlarının düşmesini ve kitlesel işten çıkarmaları engelledi. Böylelikle Türkiye klasik bir ekonomik krize girmedi, yaşanan bir “bölüşüm şoku”ydu. Çarkların dönmesinin bir şekilde sağlanması ile istihdamın belli bir seviyenin üzerinde tutulması bu şokun etkisini görece zayıflattı. Sonradan yapılan ücret iyileştirmeleri vs ise belki yetersizdi ama yine de emeğiyle geçinen, ücretli kitleler açısından önemliydi.

Kanımca Erdoğan’dan ve AKP iktidarından kitlesel kopuşların yaşanmamasının, Erdoğan’ın oylarının yüzde 40’ların, AKP’nin oylarının ise yüzde 30’ların altına düşmemesinin esas nedenlerinden biri bu oldu. Buna bir de bakanlıklar, belediyeler, vakıflar, tarikatlar ve cemaatlerden müteşekkil devasa bir sosyal yardımlaşma ağını ekleyin. Yoksulluğun, yani “boş tencere”nin iktidarı götürmesi gerekirken ortaya tam tersi bir durum çıktı. Yoksul halk kitlelerinin önemlice bir bölümü, iktidar yoksulluğu idare etmeyi belli ölçülerde başardığı için 14 Mayıs’ta Erdoğan’a ve AKP’ye oy verdi. 

Peki, tüm bu anlattıklarımız Süleyman Demirel’e atfedilen “boş tencerenin götüremeyeceği iktidar yoktur” sözünü yanlışlar mı ya da sınıfsal tercihlerin, yoksulluğun, açlığın siyasi tutumlar üzerinde etkisi olmadığını mı gösterir? 

Bu iki sorunun da yanıtı açık bir şekilde “hayır”dır. Mesele boş tencerenin iktidarı götürmemesi değil, halkın karşısına boş tencere üzerine kurulu bir muhalefet stratejisiyle çıkılmamış olmasıdır. Türkiye toplumunun hızla proleterleşmesi, ortalama ücretlerin asgari ücretlere yakınlaşması, taşeron ve güvencesiz çalışmanın yaygınlaşması, çarklar dönse de genç işsizliğin engellenememesi gibi toplum açısından en yakıcı sorunların çözümü için izlenecek bir radikal programa sahip olmayan muhalefet, halk için de sahici bir umut yaratamamış, bu yüzden de sahici bir alternatif haline gelememiştir.

418 milyarı geri almak, beşli çeteyle hesaplaşmak, ülkeye temiz para getirmek, bunların toplumun beyaz yakalı/orta sınıf diye tabir edilen kesimleri üzerinde belli ölçülerde etkisi olabilir ve olmuştur da zaten ama muhalefet –elbette ki sınıfsal doğası gereği– AKP’ye oy veren mavi yakalıların, hizmet sektöründe, inşaat sektöründe çalışanların, kent ve kır yoksullarının oyunu alabilecek radikal bir program geliştirip onların oylarına talip olamamıştır. 

Dahası, iki yıldır yaşanan derin bölüşüm şokuna rağmen “AKP’nin oyununa gelmemek, ekmeğine yağ sürmemek” gibi bahanelerle halkın siyasi denkleme dahil edilmesinden bilinçli bir şekilde kaçınılmış, halkın öfke ve memnuniyetsizliği politize edilmemiş, bir toplumsal muhalefet dalgası yükseltilmemiş, siyasal mücadele sandığa ve seçime hapsedilmiştir. 
Şu an yaşadıklarımız bu tablonun bir sonucudur. Halkın dahil olmadığı bir siyasal denklem, ülkeyi uçurumun kenarına doğru biraz daha sürüklemiştir. Buradan çıkış ise ancak seçimi ve sandığı göz ardı etmeyen ama onun ötesine geçen yeni bir emek hareketinin, yeni bir halkçı dalganın yükselişiyle söz konusu olabilecektir. 28 Mayıs’ta sandıktan ne sonuç çıkarsa çıksın Türkiye solunun şapkasını önüne koyup düşünmesi gereken esas mesele budur. Tenceresi boş olanların sesinin çıkmadığı bir yerde tenceresi dolu olanlar hükmünü sürdürmeye devam edecektir çünkü.