Google Play Store
App Store

Geçtiğimiz hafta Britanya Alevi Federasyonu’nun davetlisi olarak Londra’daydım. Bu davet, yaklaşık on yıldır seyahat etmediğim Britanya’da Alevi toplumunun görünür olma çabalarının önemli bir aşamaya geldiğini görmeme imkan sağladı. Özellikle 13. kez gerçekleştirilen Alevi Festivaline binlerce insanın katılımı ve tamamı genç büyük bir grubun semah dönmesi ise bu görünürlüğe dair çarpıcı bir sosyolojik manzaraydı.

1960’lı yıllarda Türkiye’den Avrupa’nın değişik ülkelerine işçi göçü başladığında, kimse bu ülkelerde Alevilerin bir gün yurttaşlık hakkı kazanacağını ve ‘yerlileşmiş’ bir kimlik olacağını herhalde tahayyül edemezdi. Esasen dönemin siyasal ve akademik literatürü de bu durumu öngörmemişti. Her yerde ‘uyum-entegrasyon’ hedefleri öne çıkarılıyor; ‘dışarıdan’ gelenlerin varolan kültüre uyum sağlamaları ve/veya entegre olmaları bir görev olarak sunuluyordu. Bu da hangi kimlikten olursa olsun, gelenlerin, geleneklerinden vazgeçmesi anlamına geliyordu.

Aleviler için bu tür ‘uyum sağlama görevi’, aslında yeni bir tecrübe değildi. Çünkü doğrudan anavatanlarında da bir tür yabancı topluluk muamelesi görmüş ve Sunni-Müslüman hakim kültüre entegre olmaları beklenmişti. Hatta bu süreci hızlandırmak için “Alevi” sözcüğü neredeyse tedavülden kaldırılmıştı. O politik iklimin etkisiyle Alevi anne babalar, uzun yıllar çocuklarına inanç kimliklerini belli etmemeleri yönünde telkinde bulunmuşlardı. Aleviliği dışarıda tutan bu iklimin inşası ise Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren adım adım örülmüştü. Daha 1925 yılında ‘Tekke ve Zaviyeler Kanunu’ çıkarıldığında, Anadolu’daki en büyük Alevi dergahı Hacıbektaş, kimliğinden arındırılmış, dergahtaki gelenek önderlerinin sakalları kesilmişti. O müstesna inanç mekanı 1964 yılında bir ‘müze’ye dönüştürüldüğünde bile Alevilik hiç konuşulmamıştı. Elbette ülkede zaman zaman Alevilerden söz edildiği oluyordu ama bunların tamamı kimliği aşağılamaya dönüktü. Mesela Kurun Gazetesi 12 Haziran 1935 günü ‘Kızılbaşlık Töreni’ başlığıyla “Adana’nın bir köyünde onbeş erkekle bir kadın görünür suç halinde yakalandı” diye haber yapmıştı. Diğer gazetelerde de benzer haberler yer alıyordu ve bunlar Aleviliği ve Alevileri aşağılamayı açıkça teşvik ediyordu.

İşte 1960’lı yıllarda Alevilerin Avrupa’ya göçü, inancın sistematik olarak kriminalize edildiği bu coğrafyadan başladı. Buradan değişik ülkelere giden Aleviler, geleneksel kültürleriyle yeni vatanlarda örgütlenerek, görünür hale geldiler. Anavatanları dışında bambaşka coğrafyalarda inşa ettikleri bu birikim, bulundukları ülkelerde Aleviliğin bir inanç geleneği olarak resmi kabulüne de imkan sağladı.

Bugün 300.000 dolayında Alevinin yasadığı Britanya, bunun bir örneğidir. 1993’de ilk dernek inşası ile başlayan süreç, 2013’de Britanya Alevi Federasyonu’nun kurulması ve Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu’na üye olmasıyla tamamlanmıştı. Kuruculardan İsrafil Erbil’in şahsında cisimleşmiş büyük emeğin ürünü olan ve 18 Cemevi ile 10.000 dolayında üyeyi kapsayan federasyonda bugün Dilek İncedal ve Müslüm Dalkılıç eşit başkanlık görevini sürdürüyorlar. Bu kurumlarda Matematikten Güzel Sanatlara, Müzik’ten, Semaha çok farklı alanlarda kurslar veriliyor. Bu yüzden mekanlarda günün her saatinde bir tür okul hareketliliği gözlenebiliyor. 2015’den bu yana İnglitere’de devlet okullarında, diğer inançlar gibi Alevilik dersleri de veriliyor. Bu derslerin müfredatını kurmada çok kişinin yanısıra Westminister Üniversitesi’nden Dr. Ümit Çetin ve Prof. Dr. Celia Jenkins’in özel bir emeği bulunuyor. Federasyonun ayrıca Kızılbaş adıyla 2014’de kurulan ve Türkçe ve İngilizce yayınlar çıkaran bir de yayınevi bulunuyor. Kendi anavatanında hala resmi olarak tanınma-kabul sorunları yaşayan Aleviler, Britanya örneğinde olduğu gibi Avrupa’nın değişik ülkelerinde, artık ‘yerli’ bir inanç kimliği olarak ekonomik, kültürel ve siyasal hayata ciddi bir katkıda bulunuyorlar. Yani artık Britanya’lı, Almanya’lı, Avusturya’lı, Fransa’lı, İsviçre’li Aleviler gibi yeni toplumsal kategorilerden sözetmek mümkün. Dünyanın kimlik sosyolojisinde böyle ciddi bir değişim yaşanıyorken, Türkiye’nin kendi geleneksel sosyolojisine hala yabancı olması tuhaf değil mi?