Bu süreçten barış çıkar mı?
Türkiye siyaseti sürprizlerle dolu. 12 Eylül 2010 referandumunda AKP-Cemaat ittifakına karşı “Hayır” diyen sol kesimleri “MHP ile aynı saftasınız” diye hedef alanlar, şimdi MHP liderini Öcalan’ı Meclis’e çağırmasından dolayı yere göğe sığdıramıyor.
Bu süreçte MHP’nin bir anda Kürt meselesi için ne kadar önemli bir parti olduğu keşfedildi. Oysa eski çözüm süreci zamanı MHP’nin bu işe muhalif olmasını kimse sorun etmiyor, “MHP olmadan süreç başarıya ulaşamaz” gibi bir görüşü savunmuyordu. Ne var ki Bahçeli malum çağrıyı yaptıktan sonra bir anda aydınlanma yaşandı, yeni yeni teoriler üretildi.
Meğer zaten kavgalı tarafların el sıkışması gerekirmiş, önemli olan zaten çağrının Bahçeli’den gelmesiymiş, bu mesele anca en uçtaki aktörün gönüllü olmasıyla çözülürmüş… Ama her nedense bu kadar “bariz bir gerçeği” 1 Ekim’den önce kavrayabilen yoktu. Kimse MHP’yi ve Bahçeli’yi çözüm meselesinde bu kadar merkezi bir pozisyona koymuyordu. Hatta “Bahçeli engel olmasa Erdoğan ne açılımlar yapar ne açılımlar” diye görüşler ortaya saçılıyordu.
Kabul edelim ki memlekette nabza göre şerbet siyaseti profesyonel bir meslek haline gelmiş. Oysa sormak lazım; ülkenin tarihsel bir sorununun demokratik çözümü neden milliyetçi bir partinin yol haritasına bağlı olsun? Sağ ne zaman ülkenin bir meselesine sahiden özgürlükçü bir akılla yaklaşmış, demokratik bir çözümü savunmuş ki? Sağ bunu yapmadığı için sağdır zaten.
Deniyorsa ki “Sağın ne olduğu belli ama yaşadıkları sıkışma iktidarı bazı olumlu sayılabilecek adımları atmaya zorlayabilir”, bunun da sürecin nasıl geliştirilmek istendiğine bakıldığında çok uzak bir ihtimal olduğu görülebilir. Bir kere dünyada böylesi bir meseleyi çözecek ilk ülke Türkiye değil. Modern siyasi tarih, çatışma süreçlerini çözüme kavuşturma konusunda hiç küçümsenmeyecek bir literatür biriktirdi.
İster FARC ister IRA örneğine bakalım, fark edilecektir ki böylesi kapsamlı sorunların üzerine, sosyoekonomik gerçekliğin ve toplumsal psikolojinin de dahil olduğu bir dizi parametre hesaba katılarak gidilmiştir. Silahsızlanma ve entegrasyon aşamaları detaylı şekilde planlanıp kağıda dökülmüştür. Elbette Türkiye özgün koşulları olan bir ülke ve başka bir ülkenin şablonu buraya direkt uymaz. Ancak bu, hiçbir modele uymayan mevcut süreçten demokrasi ve çözüm beklenmesini de haklı çıkarmaz.
Peki her şeye rağmen huzur ve barış gelmesin mi? Akan kan son bulmasın, insanların gözyaşı dinmesin mi? Herhalde bu soruya aklı başında hiçbir yurttaş “hayır” cevabı vermez. Bununla birlikte iktidarın savaş tamtamları çaldığı dönemler de dahil olmak üzere her zaman demokrasi ve barıştan yana olan kesimlerin bu sürece mesafe koymaları, bir kenara atılıp önemsizleştirilmemeli. “Sürece tuzu kurular karşı çıkıyor” türü sözlerle, eleştirel duruş itibarsızlaştırılmaya çalışılmamalı. Türkiye’de demokrasi ve özgürlük mücadelesinin iktidar karşıtı cepheyi taşlayarak büyümeyeceği artık idrak edilmeli.
“Çözüm” diye konuşulan sürecin neyi içerdiği hâlâ resmi olarak ilan edilmedi. Kürt sorununun varlığını kabul etmeyen ama “Öcalan Meclis’e gelip konuşsun” diyen Bahçeli, çağrısını dün “Öcalan ile DEM Parti yöneticileri yüz yüze konuşsun” önerisiyle pekiştirdi. DEM Parti Eş Genel Başkanları da Öcalan’la görüşmek için başvuru yaptı. Ek olarak Bahçeli, gazetecilere yaptığı açıklamada Ahmet Türk’le bir araya gelebileceğini belirtti ve İmamoğlu’nu ağırlaması üzerinden onun misafirperverliğine göndermede bulundu. Bu sözler, şartlar olgunlaşırsa Bahçeli’nin Mardin’de Ahmet Türk’ün misafiri olabileceğinin sinyali gibiydi.
Cumhur İttifakı’nın bir kanadı, Öcalan’la pazarlık üzerinden Kürt hareketini farklı bir siyasi koordinata çekecek bir kurgu üzerine çalışırken, diğer kanat kayyum hukuksuzluğuna devam ederek Kürtlerin en temel demokratik haklarını gasp ediyor. Bu belki gerçek bir çelişki belki de “havuç-sopa” siyasetini esas alan danışıklı bir ayrım. Ancak özünde her ne olursa olsun rejim blokunun bileşenlerinin ortak hedefi, Erdoğan’ın ömür boyu başkan olacağı bir yolun taşlarını döşemek. Süreç dahilinde açık açık dillendirilen tek konu bu.
Rejim her açıdan çok kollu bir siyaset izliyor. Kucağında taşıdığı dev sorunların yıkıcı bir siyasi bir maliyete dönüşmemesi için hesaplı adımlar atıyor. Bir yandan geniş kesimlerinin geçim krizini politik açıdan etkisiz elemana dönüştürmek amacıyla korku iklimini yoğunlaştırırken diğer yandan muhalefetin tüm hatlarını dağıtarak olası rakiplerini zirve seçmen desteği seviyesinden uzaklaştırmaya çalışıyor. Aynı anda, muhalefetin, piyasacılığın karşısına koyduğu kamucu uygulamalarla (bkz. kreşler) kazandığı halk teveccühünü de devlet gücüyle yok etmek istiyor.
AKP iktidarı 22 yıllık bir geçmişe sahip. Cumhuriyet’in neredeyse dörtte biri siyasal İslamcılarla geçti. Ülke bu sürede sayısız suça tanıklık etti. Ölümler, katliamlar, şiddet, darbe girişimi, seçim ihlalleri, yasaklar, baskılar, ayrımcılık, mezhepçilik, dış politikada çöküş, kontrolsüz göç ve türlü türlü hukuksuzluklar gördü. Laikliğin altı oyuldu, çürüme her yanı sardı, çeteleşme sıradanlaştı. İnsanları yıllardır haksız yere hapiste tutan bu düzen, daha önceki gün sırf kadınlar yürüyecek diye Taksim’i kapattı.
Artık bu iktidarın, demokrasi ve özgürlük gibi kavramlara hangi mantıkla yaklaştığının herkes farkında. Muhalif siyasetin tüm aktörleri de önlerine konulan kutunun ambalajı ne kadar parlak olursa olsun, içinden memleket adına olumlu bir şey çıkmayacağını anlamalı.