Bugünün rejimi üzerine bir değerlendirme

Hüseyin SAYGILI
Türkiye, siyasi tarihinde darbelerle sıkça yüzleşmiş, demokrasisi kesintiye uğratılmış bir ülke. 1960 darbesini yaş olarak hatırlayamam; henüz doğmamıştım. Ancak sonrasında yaşananlar, anlatılanlar ve okuduklarım bu süreci anlamama yardımcı oldu.
12 Mart 1971 muhtırası döneminde ise ilkokul üçüncü sınıftaydım. Köylülerimiz “muhtıra oldu” diyordu. Ne olduğunu çocuk aklımla anlamaya çalışıyordum. 1972 yılında, güneşin alnında, bir duvar dibinde Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idam edildiğini öğrendim. Kadınlı erkekli büyüklerimiz “çocuklara kıydılar” diyerek gözyaşı döküyorlardı.
12 Mart rejimiyle birlikte meclis askıya alınmış, ülke sıkıyönetim altında yönetilmeye başlanmıştı. Başbakanlık koltuğuna Nihat Erim oturtulmuştu. 1968 kuşağı gençlerin dünya genelinde yükselttiği özgürlük ve eşitlik mücadelesi, Türkiye’de de etkisini göstermişti. Aynı yıllarda köylerden kentlere yoğun göç yaşanıyor, yeni yaşamlar kurulmaya çalışılıyordu. Bu yeni yaşamlar ise beraberinde yeni eşitsizlikleri getiriyordu. Gecekondularda yaşayan işçiler, öğrencilerin yükselttiği devrimci mücadeleyle birleşince bu hareket sınıfsal bir kimlik kazandı. 12 Mart darbesi, bu yükselişi durdurmaya yetmedi. Ulusal ve uluslararası egemen güçler, bu mücadeleyi bastırmak adına orduyu yeniden harekete geçireceklerdi.
1974 yılında Ankara’ya taşındım ve ortaokula başladım. 77-78-80 yılları ise lise yıllarımdı. Bu yıllarda artık ben de devrimci mücadelenin bir parçası olmuştum. 12 Eylül 1980 darbesinin üç gün öncesi, 9 Eylül günü Etimesgut Cezaevi’nden çıktım. Mamak Askerî Cezaevi’nde tutulmuştum; barakalardan bozma cezaevinde geçen o günleri, işkenceleri ve yaşatılanları unutmam mümkün değil. 12 Eylül askeri cunta dönemini tüm yönleriyle yaşadım ve tanıklık ettim. FETÖ darbe girişimi ise başlı başına ayrı bir yazının konusudur.
19 Mart darbesinin detaylarına girmeyeceğim. Ancak vurgulamak istediğim esas mesele, tüm bu dönemleri bugünün süreciyle kıyaslama zorunluluğudur. Geçmiş darbelerde, tüm baskılara, işkencelere, idamlara ve ağır faşist uygulamalara rağmen hukuk, belli ölçüde işlemekteydi. İnsanlarda adalet arayışı ve umudu vardı. Bugün ise 23 yıllık AKP iktidarları ve tek adam rejimiyle birlikte hukuk neredeyse tamamen askıya alınmış durumdadır. Düzmece iddianamelerle insanlar tutuklanmakta, halkın iradesi yok sayılmakta, seçilmiş belediye başkanları “gizli tanık” ifadeleriyle cezalandırılmaktadır. Başta İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu olmak üzere muhalif siyasetçilerin siyasi yaşamları sona erdirilmeye çalışılmaktadır.
Gazeteciler, öğrenciler, aydınlar ve siyasetçiler tutuklanmakta, hukuksuzluk ve adaletsizlik yaygınlaştırılmaktadır. Ekonomik darboğaz içerisindeki halk tehdit ve baskıyla susturulmaya çalışılmaktadır. Tüm bu yaşananlar, bu süreci adlandırma sorumluluğunu bizlere yüklemektedir.
Bugün Türkiye, faşist yöntemlerle yönetilmektedir. Bu gerçeğin altını kalın harflerle çizmek gerekir. Fiilen demokrasinin askıya alındığı bu rejim, ancak halkın örgütlü ve bilinçli direnişiyle geriletilebilir.
O halde, faşizme karşı mücadelenin nasıl olması gerektiğini düşünmek ve bu yönde kolektif bir bilinç geliştirmek zorundayız.