Büyük kuşatma altında midenize oturacak bir dilim leziz pasta
En Sevdiğim Pastam hem umut dolu hem de çok hüzünlü bir film. Gece yarısı buzdolabını açıp midemize oturacağını bile bile illaki bir dilim alırız biz o lezzetli pastadan. “Dertler coğrafyası”ndayız ve hâlâ yaşıyoruz.

Ece Vitrinel - Doç. Dr.
İnsanlar çok sağlıklı yaşayan, ağzına sigara sürmemiş, şöyle spor yapan, böyle iyi beslenen, günde en az sekiz saat uyuyan birinin pat diye ölmesine şaşırıp üzülürken bir yandan da gizlemeye çalıştıkları bir memnuniyet duyar bazen. Bu memnuniyetin kaynağı elbette o kişinin ölmesi değildir.
“Nasıl olur, kendine öyle iyi bakıyordu ki?” diye başlayan cümlelere sıkışan hayretle karışık olumlama, kendi berbat yaşam tercihlerine dairdir. Bir türlü benimseyemedikleri ve yaş ilerledikçe bundan daha da çok kaygı duydukları sağlıklı yaşam alışkanlıkları, o alışkanlıkları tavizsiz uygulayan birini hayatta tutmaya yetmemişken akşamdan kalmış halleri, televizyon karşısında bölük pörçük, iki büklüm aldıkları beş saatlik uyku, o arada buzdolabı açılıp mideye indirilmiş bir dilim pastayla kendileri bal gibi yaşamaktadır işte...
Bu yıl İstanbul Film Festivali’nde izleme şansına eriştiğim yaşlanma, yaşlanmaya bağlı sorunlar, yalnızlık ve hastalıklarla boğuşma, kişisel ve de kaçınılmaz olarak toplumsal geçmişle hesaplaşma temalı beş filmden ilki, Kanadalı yönetmen Denys Arcand’ın Vasiyet’i, tam da bu tespitle başlıyordu. 2003’te henüz bir sinema öğrencisiyken izlediğim benzer temalı Barbarların İstilası’nı o kadar çok sevmiş, o seansta o kadar çok gözyaşı dökmüştüm ki Arcand’ın bir daha hiçbirine pek de ısınamayacağım filmlerini bulduğum yerde izlemeyi görev bildim. Barbarların İstilası’nı şimdi izlesem ne hissederim bilmiyorum, o yaşta yaşanan karşılaşmanın naifliğini bozmamak için ya da gençliğimle dalga geçmekten korktuğumdan bir daha hiç izlemedim. Yirmi yıl sonra, yönetmenin 83 yaşında çektiği Vasiyet’i izlerken içimi yavaş yavaş kaplamaya başlayan huzursuzluksa ne filmin sivri dilli komedisini sevmememle ne de politik doğruculukla, kimlik mücadelesiyle dalga geçme şekline kızmamla ilgiliydi. İki film arasında geçen zamanda alınan yirmi yaşı Türkiye’de almıştım ve bu ülkede geçirdiğim yirmi yıl, Kanada’nın yeşil bir köşesinde, herkesin kendi dairesine sahip olduğu rüya gibi bir dinlenme evinde büyük bir bölümünü tamamladığı ömrünün anlamıyla, iklim krizini umursamayacak yaşa gelmenin bencilliğiyle, inançsızlığın derinleştirdiği varoluşsal krizlerle, yalnızlıkla, aslında son derece evrensel olan ve ideal bir dünyada kolayca bağ kurabileceğim dertlerle uğraşan ileri yaş bir insanın haline burun kıvırmamla sonuçlanıyordu. Bunlar da dert mi?.. Aynı duyguyu, “Sizin sorununuz ne ki? Bu varlık, bu imkânlar içinde neyi olduramadınız, neyi paylaşamadınız?” hissini Berlin Film Festivali’nden en iyi senaryo ödülüyle dönen ve Lars Eidinger’in döktürdüğü Ölmek (Glasner, 2024) filminde de yaşayınca teşhisimi koydum. Çok sevgili dostum, meslektaşım Gülsenem Gün geçtiğimiz sene öğrencileriyle yaptığı bir çalışmada İstanbul Film Festivali seyircilerine izleyecekleri filmleri hangi kriterlere göre seçtiklerini sormuş ve Avrupa’nın doğusu da dahil olmak üzere Doğu sinemasının, Küresel Güney’den gelen filmlerin ortak dertler üzerinden giderek daha çok tercih sebebi olduğunu bulmuştu. Coğrafya gerçekten de kederdi ve varoluşsal sorgulamaların her geçen gün daha da çok lüks dertlenim malzemesine dönüştüğü bir ülkede bize ancak bizim halimizden anlayacaklar iyi geliyordu. Ben de Gün’ün “dertler coğrafyası” olarak adlandırdığı sendroma tutulmuş, İstanbul Film Festivali’nde izlediğim yaşlılık hallerinden Büyük Kuşatma’ya daha iyi tutunmuş, en çok Faruk’ta kendimi bulmuş ve En Sevdiğim Pastam’a vurulmuştum.
EN SEVDİĞİM PASTAM
Aslı Özge’nin yalnızca kentsel dönüşümün farklı yaş gruplarının hayatlarında yaptığı tahribatı değil uzak mesafe bir baba-kız ilişkisinin kaçınılmaz zorluklarını da anlatan Faruk’unu daha önce bu sayfalarda ayrıntılı olarak yazdım. Sinan Kesova’nın ilk uzun metrajı, İstanbul Film Festivali’nde Seyfi Teoman En İyi İlk Film Ödülü’nü aldıktan sonra bugün sona erecek Ayvalık Uluslararası Film Festivali’nde de bu yıl kurgu dalında verilen ödüle uzanan Büyük Kuşatma hakkında da vizyon ve gösterim programı belli olduğunda daha detaylı yazmak isterim. Ünlü bir akademisyen olan eşinin kaybının ardından Macit’in geçmişteki hatalarını telafi etmek, uzun yıllardır ihmal ettiği kızıyla arasını düzeltmek için çıktığı yolda, oğlu Alp ve eşinin mirasına sadık asistanı Feyza tarafından kuşatılmasını anlatan Büyük Kuşatma bir ölçüde tema, ton ve buradaki izleyici tarafından karşılanma biçimiyle de geçen senenin ödüllü filmi Sanki Her Şey Biraz Felaket’i hatırlatıyor ve üçüncüsü gerçekleşen Ayvalık Film Festivali yavaş yavaş kendi tarzını mı oluşturuyor sorusunu sorduruyor. Şubat’ta prömiyerini yaptığı Berlin Film Festivali’ne yönetmenleri Maryam Moghaddam ve Behtash Sanaeeha’nın seyahat yasakları nedeniyle katılamadığı İran filmi En Sevdiğim Pastam ise hem İstanbul Film Festivali’nde hem de Ayvalık’ta çokça ilgi gördükten sonra nihayet vizyonda.
En Sevdiğim Pastam “dertler coğrafyası”ndan çıkan bir romantik komedi olarak alıştığımız İran filmlerinden daha farklı bir yerde dururken midenize attığı yumruklarla atlasta nerede durduğunu hatırlatmayı da ihmal etmiyor. Büyük Kuşatma’nın karısını yeni kaybeden Macit’inin aksine En Sevdiğim Pastam’ın Mahin’i kocasını çok uzun yıllar önce kaybetmiştir ve imkânı olan pek çok genç gibi kızı da Avrupa’ya gittiğinden Tahran’da yalnız başına yaşamaktadır. Kızı ve torunu ile ancak ihtiyacı olandan hep daha erken biten görüntülü aramalar ve arkadaşlarıyla da yalnızca bitmek bilmeyen sağlık sorunları üzerinden iletişim kurabilir hale gelen Mahin, torun fotoğrafları ve tahlil sonuçları döngüsünü kırıp evden dışarı adımını atmayı başardığında bir mutluluk ihtimalinin kapısını da aralamış olur. Tamamen kendi azmi, ısrar ve takibiyle yarı organik yoldan tanıştığı taksi şoförü Faramarz ile orada bir yerde olduğu dahi unutulan duyguların, yılların yaşanmamışlıklarının, bastırılmışlıklarının yoğurulup Mahin’in en sevdiği pastaya sıkıştırıldığı bir gece yaşarlar. Ne var ki esas büyük kuşatma içinde yaşadıkları rejimdir. Komşuların görüş açısından uzak bir bahçede, sinema tarihinin belki de en naif birlikte duş sahnesine mekân olan bir banyoda biraz nefes alınabilse de, baskı evin duvarlarından içeri sızmaya devam etmektedir.
En Sevdiğim Pastam hem umut dolu hem de çok hüzünlü bir film. Gece yarısı buzdolabını açıp midemize oturacağını bile bile illaki bir dilim alırız biz o lezzetli pastadan. “Dertler coğrafyası”ndayız ve hâlâ yaşıyoruz. Ne diyelim, afiyet olsun...