Büyülü gerçekçilik birçok yazarın benimsediği aynı zamanda katkı yaptığı bir tür olarak yaşamaya devam ediyor. Bu yazının amacı bir seçki yapmaktan çok büyülü gerçekçilik türünde yazılmış bazı romanları yeniden hatırlamak.

Büyülü bir huzursuzluk

İLKE KAMAR

Tabii ki herkes için büyülü bir huzursuzluk değil, ama başladığı yer Latin Amerika’yı düşündüğümüzde abartılı başlık değil sanki. Günümüz yaşamını temsil eden, onun dayattığı katı gerçekliğe bir yanıt büyülü gerçekçilik. Belki de bu yüzden edebi tür olarak ilgi görüyor ve bugün de ona ihtiyacımız var. Büyülü gerçekçilikte bir nevi hayal yoluyla gerçeği keşfederiz.

Hem de en korkunç meselelerde bile. Adaletsizliğin, sömürünün, ötekileştirmenin ve baskının normalleştiği dünyada bize olup bitenin göründüğü gibi olmadığını söyler. Bu türde yazılan romanlar her türlü sömürüyü gösteren bir rol üstlenir. Gerçek dünyadaki birçok zorluklar, siyasal olaylar, ırkçılık gibi eski ve güncel sorunlar fantastik öğelerle birleşerek okurla buluşur. Dahası mitler, garip inançlar ve folklorik öğeler de büyülü gerçekçilikle görünür olur. Bu sayede Gabriel Garcia Marquez’in büyükannesini dinleyebildik:
“Büyükannemin hikâyeleri bana ilk ipuçlarını verdi. Kasabasındaki insanların mitleri, efsaneleri ve inançları oldukça doğal biçimde hayatlarının bir parçasıydı. Aklımda büyükannem varken, aniden fark ettim ki, ben hiçbir şey icat etmiyorum aslında, yalnızca özünde bize, Latin Amerika’ya ait olan bir alametler, önseziler, şifalar, batıl inançlar dünyasını yakalayıp anlatıyorum.” Tam da böyle bir şey. Büyülü gerçekçilikte ölüler ve bitkiler konuşur, bazen de kimin konuştuğunu bilmeyiz. Karakterler zaman içinde her türlü sıçrayışı yapabilir. Üslupta ani değişmelerin yanı sıra mekân bazen bu dünyadadır bazen de bilinmez bir yerdedir. Tüm bunlara rağmen, hikâye akışkanlığını kaybetmez ve bir şekilde kendi gerçeğimizi görmemizi sağlar. Bugün de büyülü gerçekçilik birçok yazarın benimsediği aynı zamanda katkı yaptığı bir tür olarak yaşamaya devam ediyor. Bu yazının amacı bir seçki yapmaktan çok büyülü gerçekçilik türünde yazılmış bazı romanları yeniden hatırlamak.

Ruhların yaşadığı bir kasaba

Bunlardan ilki Juan Rulfo’nun - “Pedro Páramo’su. Klasik romanların sırları asla bitmez ya, Juan Rulfo’nun “Pedro Páramo’su tam da böyle bir roman. Roman çok anlaşılır bir başlangıç yapar: “Comala’ya geldim, çünkü bana babamın burada yaşadığı söylendi, Pedro Páramo adında biriymiş. Bunu bana söyleyen annemdi. Ben de o öldükten sonra babamı görmeye geleceğime söz verdim. Bunu yapacağımın kanıtı olarak da ellerini sımsıkı tuttum, zira o sırada annem ölmek üzereydi ve ben de her türlü sözü verebilecek durumdaydım.” Ve biz Juan Preciado ile birlikte Pedro Páramo’yu bulma niyetiyle yola çıkarız. Juan Preciado, hiç tanımadığı babası ile tanışacak ve babasına onları yok saymasının bedelini ödetecektir. Hikâye çok geçmeden, eleştirel okuma konusunda deneyimli okurların bile kafasını karıştıracak şekilde ilerlemeye başlar. Comala, sadece ruhların yaşadığı bir kasabaya dönüşür. Dahası romandaki zaman bizim asla kavrayamayacağımız bir zamandır. Dünün ve yarının bugüne karıştığı bizim asla bilemediğimiz bir zaman. Anlaşılması kolay olmasa da anlatı tutarlılığı barındıran bir roman Pedro Paramo. Büyülü gerçekçilik türünün yaratılmasına ilham veren en önemli eserleri arasında gösterilen roman, Meksika devrimi sırasındaki kültürel mücadeleyi, insanın yarattığı şiddeti, sorunlu baba ilişkilerini ve tutkulu bir aşkı anlatır. Yazarın tek romanı Pedro Páramo, diğer klasikler gibi gelecek nesillerin de Comala kasabasında hayata dair çok şeyi fark edeceği bir başyapıt.

Ürpertici ve Grotesk

Angela Carter tarafından yazılan Büyülü Oyuncak Dükkânı ise üç çocuklu bir ailenin en büyük kızı, on beş yaşındaki Melanie’nin hikâyesine odaklanır. Carter, toplumun dayatmış olduğu cinsiyet rollerini sorgularken, aynı zamanda Melanie isimli karakterin cinsel kimliğini keşfetmesini de gözler önüne serer. Melanie’nin bakış açısından aktarılan olayların, üç karakter etrafında geliştiğini anlarız. Anne ve babasını bir uçak kazasında kaybeden Melanie ve iki kardeşinin, Londra’da ailesiyle yaşayan Philip Dayı’nın yanına taşınmak zorunda kalmasıyla olaylar gelişir. Oyuncak dükkânına sahip Philip Dayı’nın evinde gizemli ve gerilimli bir hikâye bekler okuru. Philip Dayı’nın oyuncak dükkânı ise rengârenk masalsı bir dünya sunmaz. Burası ürpertici, korkunç ve grotesk olanın yüceltildiği bir alandır. Romanda sıkça karşımıza çıkan kuklalar ise yarı fantastik dünyada hareket eden şeytani güçleri ve aynı zamanda çarpık düzenin kötü yöneticilerini temsil eder: “ Bu kadarı da çok fazla diye yineledi Melanie. Kuklalar ve oyuncakların kadınlar ve erkeklerin taklidi, kuşların bile mekanik olduğu, biraz önce yeniden geçmişe dönüp içine fırlatılıp atıldığı kısa ve korkunç gece saatlerinde müzik aletleri çalarak vakit geçiren birkaç insanın da maskeyle dolaştığı çılgın bir dünya çevresinde dönüp duruyordu.” Carter romanda büyülü gerçekçi unsurlara fantastik, gotik öğeleri ekleyerek hem içerik hem de biçimde duygulanım gücünü artırır. Mekân ve zaman algısı roman boyunca bulanıklaşsa da büyülü gerçekçi romanların aksine düz, çizgisel bir zaman algısı karşımıza çıkar. Roman, kadının toplumdaki yerini, kadın ve erkeğin cinsel ve sosyal kimlik arayışlarını sorgulayan önemli eserlerden biri.

Köleliğin öteki yüzü

Toni Morrison’un 1987 yılında yayımlanan Pulitzer ödüllü romanı Sevilen, gerçek bir olaydan yola çıkılarak yazılan ve büyülü gerçekçiliğin en bilinen eserlerinden bir diğeri. Roman, fantastik olaylarla doğaüstünün iç içe geçtiği hayalet öyküsüdür aslında ve bunu daha ilk sayfalarda görürüz. Morrison, köleliğin travmasını anlatırken tarih, mitoloji ve folklardan yararlanır. Kentucky’de, bir çiftlikte köle olarak çalışan Sethe’in, çocuklarının ve Sixo adındaki kölenin başından geçenler anlatılır. Sethe isimli köle bir kadının mücadelesini köleliğin tüm acımasız hatıralarıyla birleştirerek aktarır Morrison. Çocuğunun köle olmasını engellemek için boynunu dahi kesmeyi göze alır Sethe. Nihai kaderinden onu uzaklaştırmak için öldürerek özgürleşmesini sağlamaktır niyeti. Güç mekanizmasına karşı koyar ve kurtarıcı bir rol üstlenir aslında. Ancak trajik mücadele karşıtlıkları da beraberinde getirir. Sethe’nin kendi çocuğunu öldürmesi, kızını kurban ederek, yaşamının iradesini elinden alması tepkilere neden olur. Ve öfke ve kinle dolu bebeğin hayaleti peşlerini bırakmaz. Sevilen romanında Sethe’nin sahiplenici anneliği ise karakterin çok yönlülüğünü görünür kılar. Yaygın biçimde görülen horgörüyle biçimlenmiş, ‘sınırlandırılmış doğurgan köle kadın’ algısını tersine çevirir Morrison. Ve Sethe’nin çocukları için her şeyi göze alan mücadelesini gösterir bize: “O sevgiden ne anlar ki? Dünyada uğruna ölebileceği biri var mı? Bir mezar taşının üzerindeki yazıya karşılık, bir yabancıya bedenini verebilir mi?”