Sevgili okur ülkede yer yerinden oynuyor, sırası mı şimdi Lucretius’un dersen eğer, ben de sana bilimle hurafenin kavgasıdır izlediğin; sen savaşmazsan hurafe kazanır, bilim kaybeder demeyeyim mi?

Büyülü gerçekçilik gizemi aslına, gerçeğe dönüştürür…
Fotoğraf: Auschwitz Albüm

Eski çağlarda söyleyecek sözü olanlar anlatmak istediklerini şiirle ifade ederlerdi. Hemen bütün dallarda, felsefe, bilim, sanatta manzum konuşur, yazar, halk onları ilgiyle dinler, okurdu. Lucretius’un De Rerum Natura-Evrenin Yapısı adlı şiiri de bu türdendir. Ne anlatıyor Lucretius? En başta şimdi bilimin sırlarını bir bir çözdüğü atomları anlatıyor. İkinci çok değerli bulgusu hiçten hiçbir şeyin çıkmayacağıdır. Üçüncüsü, en çok da şiirsel olan bulgusu, evrenin sonsuzluğudur. Şöyle anlatır çağımızda bile kimilerinin burun kıvırdığı bu gerçeği Lucretius: “Bitimi yoktur evrenin evet, olsaydı / bir sınırı olması gerekirdi bir yerde / Ama bir şeyin nasıl sınırı olabilir / dışında onu sınırlayan bir başka şey yoksa.” (Çeviri Tomris-Turgut Uyar, sf.18-45, Norgunk Yayınları)

Lucretius’un büyüklüğü bu sürekli gelişen, kanıtlanan temel bilgileri büyük bir cesaretle İsa doğmadan yıllarca önce bilimsel gelişmeye bir önsezi olarak söylemiş olmasındadır. Daha sonra biliyoruz, parçalanamaz atom parçalandı; iyiliğin ışığı ve kötülüğün insana bağlı kaderci seçiminin kapıları açıldı. Doğanın diyalektiği kendini gösterdikçe hareket, madde ve enerjinin içiçeliği, hızı ve dönüşümü, bilginin sınırlarını kutsal kuşkunun ışığında genişletti. Mikro kozmosta geçerliliklerini her geçen gün ucu açık bir şekilde kendini gösteren kuantum yasaları, makro kozmosta da madde- enerji ve hareketin yasalarıyla buluşuyor. Zaman ve uzamda gizemli şiir, daha bilge işi bir olgunun tercümanı oluyor…

Metafiziğin çıkmaz sokağı

Şiirden söz ediyoruz, bilimin şiirle dile geldiği zamanları anlatıyoruz. Çünkü direnmeye gereksiniyoruz, çünkü gelişmeyi bilinmezlerle, bilinmezleri hurafeyle çözmeye çabalayanlar, resmi, anlatıyı, şiiri sona erdirmek isteyenler inatçıdır. İlerlemeyi metafiziğin çıkmaz sokağında söndürmeye yeltenenlerin, yok edemedikleri yerlerde zorbalığın, cehennem korkusunun desteğine başvurduklarını biliyoruz. O zaman bizim de devrimci yöntemimizle, materyalizmi metafiziğe kapı açacak bir şekilde yorumlayanlarla kavga etmemiz kaçınılmazdır. Besbelli ki, idealizmle kavga ona kapıları açan sahte materyalizmle savaşmadan kazanılamaz. Öyleyse her geçen gün biraz daha madde, enerji ve hareketin yasalarını doğrulayan, giderek tüm organik ve inorganik doğanın, zamanın, uzamın henüz çözemediğimiz sırlarını çözen, yalnızca fizik dünyasında kalmayacağı, öteki disiplinlere uzanacağı belli olan kuantum da kuru bilgi olmaktan çıkıyor, şiire doğru hızla ilerliyor.

Kirden korkma, suyu da unutma...

Kapitalizmde alternatifi de dahil temiz edebiyat yoktur. Büyük bir içtenlikle çarpıtmaları gören, bilincine varan gerçekleri görmeye niyetli, ilkelere sadık yazı da haklı savaşının içinde kirlenir. Bu nedenle sık sık kendine dönmeli, temizlenmeye zaman ayırmalı, kaba nesnelliğin içindeki şiiri görebilmek için tıpkı Lucretius gibi çaba göstermelidir. En aklı başında yazarlardan, ediplerden, kültür sanat dünyasının yaşam savaşında boyun eğmek zorunda kalmış saygın kişilerine kadar, kolaycılığın egemenliğine hayır diyebilecek miyiz sorusuna nasıl yanıt vereceğini, vereceğimizi doğrusu tam olarak bilemiyoruz.

Kuantum dünyasına bakalım; Thomas Young 1800’lerin başında ışık ışınlarını iki minik yarıktan geçirmiş ve ekranda ışığın dalga yapısını gösteren izler oluşması ile ışığın dalga karakterini “kanıtlamıştı”. 1900’lü yılların başında önce Planck, ardından Einstein ışığın parçacık karakterinin de olduğunu “kanıtladılar. Yani ışık hem parçacık hem de dalga yapısındaydı; hepsi de haklıydılar. Yarıklardan birinin içerisine veya arkasına bir detektör yerleştirip parçacığın o yarıktan geçip geçmediği gözlendiğinde, parçacık dalga karakterini terk edip parçacık karakterine bürünüyordu. Peki, parçacığın davranış değiştiriyor oluşu onun “iradesi” olduğu anlamına mı geliyordu? Burada magazin dünyasına kulak verelim ki, materyalizmin Kopenhag dolaylarında nasıl “büküldüğünü” görme olanağı bulalım. Bu iddialar ortaya atılınca, yani parçacıkların davranışı, ona bakıp bakmadığımıza göre değişiyorsa, bu durum bilincin kuantum teorisinde bir karşılığı olduğu anlamına gelmez miydi? Kuşkusuz kimileri, kendilerine “öncüler” adını takanlar bu durumu “Gerçeklik biz ona baktığımızda vardır” diye yüksek perdeden anlatmaya başladılar. Neyse ki, Einstein “Ay yalnızca ona baktığımızda var olmaz, o zaten vardır” dedi de metafiziğe doğru hızlı gidişin önü bir parça kesildi. Ama yalnızca bir parça. Sonra “Sanki doğa sadece ona baktığımızı değil, bakmayı planladığımızı da biliyormuş gibi davranıyor” diyenler çıkacaktı. Peki gerçek nedir? Bugünkü bilgilerimizle söyleyebildiğimiz şudur: Çok haklısınız, dünyayı evreni duyularımızla algılarız, ama dünya, evren, her şey, beynimiz de dahil bizim duygularımızdan bağımsız olarak vardır. Beynimiz de atom altı parçacıklardan oluşur. Zaman ve uzam içinde varlık tüm hareketin maddenin aynı anlamda enerjinin kendisidir. Gözlem de atom altı parçacıkların bir eylemidir; parçacığın ya da dalganın eylemini değiştirmesi de bu kapsam içinde gerçekleşir. Çünkü gözlem de soyut, maddeden bağımsız duyularla anlatılabilecek bir süreç değildir.

***

Aydınlanmanın modernizmin bu tarihsel gelişmenin karmaşık dünyasının kendine dönük, kimi zaman çok zayıf, kimi zaman acımasız eleştirilerini anlayabilmek için onların tarihselliğini görmek, anlamak gerekir. Aydınlanmanın ve modernitenin savunucuları özeleştiriden kaçındıkça, aklı insan denilen makinenin algı üreten bir fonksiyonuna indirgemek isteyenlere gün doğar. Onlar kapitalizmin gittikçe vahşileşen karakterine denk düşecek “felsefenin” peşine düşer, açtıkları ve cömertçe besledikleri kanallardan post modernizmin kimi zaman muza, kimi zaman zehirli bir mantara benzeyen eserlerini, onların ne dedikleri anlaşılmayan akil olmayan ukala müelliflerini piyasaya sürerler. Aslında bütün mesele gerçeğin belirsiz olduğunu, bilmeye kalkmanın anlamsızlığını, bilinemeyeceğini anlatmak, iç gıcıklayan pek efsunlu hakikat meselelerini “hakikat ötesi” adını verdikleri “post truth” markasıyla sis içinde yok etmektir.

Peşine düşeceğiniz bir şey yoktur derler özetle.

Yok mudur?

Milyonlarca insanın katledildiği İkinci Dünya Savaşı sonrasında umutsuzluğa kapılan Frankfurt Okulu’nun ünlü temsilcisi Adorno “Auschwitz’ten sonra şiir yazmak barbarlıktır” demişti. Adorno’nun kötümserliğini kimse paylaşmadı; tam tersine direnişin öyküsü ve şiiri hep yazıldı. Yine de var olan şiirin büyük felaketin hikayesinden ibaret olduğunu söylemek gerek.

Şimdi bu devir kapanıyor, sona eriyor. Şiir bilimin yanı sıra kendine geniş bir alan açıldığının bilinciyle yeniden yükseliyor. Çağımız yeni Lucretiusların çağı olacaktır. Dinlerin efsunlu dünyasında kendine sığınak arayan şiirin zamanı tükendi. Şimdi bilimin gizemli dünyasında şiir yeniden kendine geliyor. İnsan kendine dönüyor, kendine dayatılmış kavramlar dünyasından bakmayı bırakıyor; kendinin, kendi eyleminin öznesi olmayı başaracağını biliyor artık. Çünkü tarihi değil sonsuz boyutuyla insanı özne yapan anlayış, ancak kavramlar kargaşasında var olabilen safsataya karşı bilimin zengin dünyasına edebiyatın, şiirin gücüyle dahil olmayı öğrendi. Büyülü gerçekçilik gizemi aslına, gerçeğe dönüştürüyor; postmodernizm ise gerçeği büyüye dönüştürüp yok ediyor. Güçlü görünene aldırma bu nedenle diyorum ben de.

Sevgili okur ülkede yer yerinden oynuyor, sırası mı şimdi Lucretius’un diyorsan eğer, ben de sana bilimle hurafenin kavgasıdır izlediğin, sen savaşmazsan hurafe kazanır, bilim kaybeder demeyeyim mi?