Céline’in Nazi taraftarlığı romanlarına dahil midir?

İlker Kocael

Aslında bu yazıda Louis-Ferdinand Céline’in Fransa’da olduğu kadar dünyada da yankı uyandıran romanı Gecenin Sonuna Yolculuk’tan bahsedecektim. Ne var ki romanı okuma deneyimim süresince bir taraftan yazar Céline’in savaşın saçmalığını ne kadar ustaca anlattığını düşünürken diğer taraftan insan Céline’in gerçek hayatta ırkçı bir Nazi işbirlikçisi olduğu gerçeğini zihnimden atamadım. Zaten asıl karmaşa da burada başladı: Günlük dili en ağır argo deyimleriyle birlikte romanın üslubuna katarak dönemin edebi dilini sarsan, savaşın absürtlüğünü en yalın biçimiyle okurun yüzüne vuran bu etkileyici romanı Céline’in gerçek hayattaki ahlaki seçimlerinden bağımsız biçimde okumam mümkün müydü? Ya da şöyle sorayım: Yaratıcısının gerçek hayatta Nazi işbirlikçisi olması, savaş karşıtı bir romanın değerinden götürür mü?

Meseleyi biraz daha geniş açıdan ele alırsak, eser ortaya koyan bir yaratıcının gerçek hayatındaki eylemleri bizi ilgilendirir mi? Bu anlamda yaratıcıdan ne tür beklentilerimiz olabilir? Belki işe ne tür beklentiler içine girmememiz gerektiği ile başlayabiliriz: Özellikle bir sanatçıdan ya da bir yazardan toplumun genel geçer ahlak kurallarına uygun bir hayat yaşamasını beklemek bana haksızlık gibi geliyor. Örneğin Jean Genet’nin defalarca hırsızlık yapıp hapse girmiş olması, onun eserlerine gölge düşürür mü? Bana kalırsa aksine, Genet’nin ayrıksı varoluşu eserlerini daha vurucu, daha keskin hâle getirmiş olabilir. Çünkü Genet, ortalama bir insanın hiç tanımadığı durumlara ve ortamlara girerek, buralarda karşılaştığı insanların hikâyelerine şahit ve dahil olarak farklı yaşayış biçimlerini ve ahlak anlayışlarını eserlerine yansıtmış, böylece kalıplaşmış ahlak yasalarının sorgulanmasına alan açabilmiş bir yazar.

Demek ki genel geçer ahlak kurallarına riayet etmeyen, örnek vatandaş olmayı reddeden yazarların eserlerini bu davranış biçimleri üzerinden yargılamanın pek de bir anlamı yok. Peki o zaman Céline’in Nazi işbirlikçiliğini de aynı kategoride değerlendirmemiz ve Gecenin Sonuna Yolculuk romanını yazarın gerçek hayattaki eylemlerinden bağımsız biçimde okuyabilmemiz mümkün olabilir mi? Konu üzerine bir süre kafa yorduktan sonra benim bu soruya cevabım, “Hayır, okuyamayız” oldu. Ancak bunun tamamen öznel bir cevap olduğu uyarısını baştan yapayım. Birazdan ortaya koyacağım argümanlar kendi zihnimde parça parça gerçekleştirdiğim bir dizi akıl yürütmenin olabildiği kadarıyla yazıya yansımasından ibaret.

Bana kalırsa yazarın ya da sanatçının genel geçer ahlak kurallarına uygun olmadığı düşünülen bir yaşam sürmesi eserlerine gölge düşürmez; onun eserlerine gölge düşürecek şey egemen ideolojinin (ki yaygın ahlak anlayışını da bunun bir parçası olarak görebiliriz) tahakküm mekanizmalarına aktif biçimde rıza üretmesi, kişisel yaşamında da egemen ideolojinin sağladığı ayrıcalıklarından yararlanarak toplumun dezavantajlı gruplarına yönelik şiddet eylemlerini teşvik etmesi ya da bizzat bu eylemlerde bulunması olabilir.

Söylediğim şeyi yine Fransa’dan örneklendireyim: 2019 yılında 47 yaşındaki yazar Vanessa Springora Rızası Var isimli bir kitap yayımladı (kitap kısa bir süre önce Türkçeye de çevrilmiş). Bu otobiyografik anlatıda Springora, 14 yaşındayken 50 yaşındaki yazar Gabriel Matzneff tarafından uğradığı cinsel istismarı anlatıyor. İşin ilginç tarafı, Matzneff bu istismar hikâyelerini 1970’lerde ve 80’lerde yayımladığı günlüklerinde anlatmış. Bununla da yetinmemiş, bir televizyon canlı yayınına katılarak reşit olmamış çocuklarla ilişki yaşadığını kendi ağzıyla söylemiş. Peki bu olayların sonucunda nasıl bir yaptırıma uğramış? Hiç. Hatta 2000’li yılların başında Fransız devleti ihtiyaç sahibi yazarlara yaptığı yardımlar kapsamında Matzneff’e düzenli bir maaş bağlamış. Çocukları istismar ettiği herkesçe bilinen bu yazara 2013 yılında prestijli Renaudot Ödülü de verilmiş.

Eğer Springora 2019 yılında bu kitabı yayımlamasaydı, bundan güç alarak istismar edildiğini ifade etme cesareti bulan diğer kurbanlar da ortaya çıkmayacaktı. Matzneff, cinsel istismar eyleminde bulunmasına rağmen egemen ataerkil ideolojinin kendisine sunduğu ayrıcalıklı konumu kaybetmeyecek, ödüllü bir yazar olarak hayata veda edecekti. Springora’nın kitabı #MeToo hareketinin de üzerine denk gelince etkisi büyük oldu: Yıllar boyunca ataerkil ideoloji tarafından “küçük yaramazlıklar” olarak görmezden gelinen bu vakalar, kadın hareketinin de baskısıyla açıkça suç olarak görülmeye başlandı. Haliyle Matzneff’in yayıncıları kitap sözleşmelerini iptal etti, devlet Matzneff’in aylık yardımını kesti ve yazar hakkında hızlıca dava açıldı.

Matzneff, benim zihnimden geçen kriterler için uygun bir örnek gibi görünüyor: Egemen ideolojiden -yani ataerkiden- yararlanarak dezavantajlı gruplara şiddet uygulamış bir yazarla karşı karşıyayız ve #MeToo hareketi egemen ideolojide bir gedik açıp onu ayrıcalıklı konumundan aşağı indirene kadar bu yazarın yaptıkları yanına hep kâr kalmış. Bu durumda yazdıklarının kalitesi ne olursa olsun Matzneff’in herhangi bir şekilde yazar olarak onurlandırılmaması gerektiğini düşünüyorum. Ayrıca yazar Matzneff’in eserleriyle edebiyata yaptığı bir katkı varsa da bu eserlerin Matzneff’in hayattayken çevresine verdiği zararlardan bağımsız biçimde okunamayacağı fikrindeyim.

Bu şablonu yönetmen Roman Polanski’ye de uyarlayabiliriz. 1977 yılında 43 yaşındaki Polanski, mankenlik vaatleriyle etkisi altına aldığı Samantha Geimer’e uyuşturucu madde verip cinsel istismarda bulunduğunda Geimer yalnızca 13 yaşındaydı. Polanski ABD’de mahkûm edilmeden kısa bir süre önce Fransa’ya kaçtı ve bugün hâlâ kendisini ABD’ye iade etmeyen Fransa ile Polonya’dan dışarı çıkmamaya özen gösteriyor. Ataerkil düzen Polanski’nin yaptığının suç olmadığı konusunda o kadar ısrarcı ki, 2009 yılında yönetmen bir ödül töreni için gittiği İsviçre’de tutuklanınca dönemin Fransa Kültür Bakanı Frédéric Mitterrand “uluslararası çapta bir yönetmen olan Fransız vatandaşı Polanski’nin anlamsız eski bir mesele yüzünden tutuklanmasından” dolayı üzüntülerini bildirdi.

Durum böyleyken sanki hiçbir şey olmamış gibi bu yönetmenin 1980, 2001, 2003, 2014’te ve son olarak da 2020 yılında César ödülü ile onurlandırılmasının egemen ataerkil ideolojiyle ilgisi olmadığını söylemek için herhalde bu ideolojinin kayırdığı gruplardan birine mensup olmak gerek. Eh, zamanında bir hatadır yapmış işte, koskoca Polanski’den film çekmeye ara vermesini ve işlediği suçun bedelini ödemesini mi isteyelim şimdi?

Neyse ki César ödül töreninde Polanski’nin onurlandırılmasına tepki gösteren Adèle Haenel gibi birkaç cesur kişi çıktı da en azından birazcık içimiz soğudu.

Matzneff ve Polanski, ataerkil düzenin kendilerine sağladığı ayrıcalıkları suiistimal eden ve -en azından belirli bir aşamaya kadar- hiçbir bedel ödemeden hayatlarına devam eden örnekler. Hatta bedel ödemek bir yana, suiistimal hikâyeleri herkesçe bilinmesine rağmen hâkim ideolojinin kayırmasıyla ödül törenlerinin gediklileri hâline gelmiş isimler.

Hâkim ideolojinin tahakkümüne körükle koşmanın bir başka biçimi de siyasi düzenin din, dil, ırk, cinsiyet, cinsel yönelim temelinde uyguladığı ayrımcılığa ve bu ayrımcılıktan doğan şiddete destek vermek, bu şiddetin bir parçası hâline gelmek. Bu kategoride Nazilerin insanlığa karşı işlediği suçlara açıkça destek veren yazarlardan; yani Knut Hamsun’dan ve nihayetinde Louis-Ferdinand Céline’den söz edebiliriz.

Romanlarında kullandığı yenilikçi edebi biçimlerle kendisinden sonra gelen büyük yazarlar üzerindeki etkisi ve edebiyat tarihindeki yeri tartışmasız olan Norveçli yazar Knut Hamsun, milyonlarca sivili katleden Hitler öldüğünde şöyle yazıyordu: “Hitler bir savaşçıydı, insanlık savaşçısıydı, tüm uluslar için adaleti müjdeleyen bir elçiydi.” Hamsun, Nazi rejiminin Norveç işgali döneminde de milyonlarca masum sivili katleden bu korkunç siyasi hareketi desteklemişti. Nazi rejiminin düşüşü ile birlikte Norveç özgürleştirilince okurları ellerindeki Hamsun kitaplarını sessiz bir protestoyla yazarın evinin önüne bıraktı. Tüm bunlar yaşanmışken o gün Norveç halkının Nobel ödüllü Hamsun’un kitaplarını hiçbir şey olmamış gibi okumaya devam etmesi mümkün müydü? Peki, bugün biz yazar Hamsun’u okurken insan Hamsun’un eylemleri onun metinleri üzerine gölge düşürmeyecek mi?

İşte Louis-Ferdinand Céline’in Gecenin Sonuna Yolculuk romanını da bu karmaşık ruh hâliyle okudum. Bir taraftan Yiğit Bener’in harika çevirisi ile karşımda 20. yüzyılın en etkileyici savaş karşıtı metinlerinden biri vardı. Tıp öğrencisi Bardamu’nün anlık bir coşkuyla kendisini cephede bulması, Almanlara karşı yürütülen savaşı anlamlandırmakta güçlük çekmesi (“Belleğimi ne kadar sorgularsam sorgulayayım, bildiğim kadarıyla ben Almanlara hiçbir kötülük yapmamıştım”), ölümün sıradanlaşmasının askerleri kendilerine ve dünyaya yabancılaştırması, insanların büyük önem atfettiği yüce değerlerin birkaç saniye içinde saf hamasete dönüşmesi; tüm bunları olanca açıklığı ve mide bulandırıcı taraflarıyla birlikte Céline’in kaleminden okumaktan haz duydum.

Ama işte içimde bu edebi hazzı çevreleyen, yer yer zayıflatan bir şey daha vardı. Céline’in Nazi Almanyası’nı öven, Yahudi düşmanlığını körükleyen siyasi yazılarının onun magnum opus’unu zehirlememesi düşünülebilir mi? Ya da 1944’te Almanların savaşı kaybettiğini anlayan Céline’in önce Almanya’ya sonra Danimarka’ya kaçan bir işbirlikçi olduğunu romanı okurken unutabilmek mümkün mü?

İşte tam da bu yüzden Céline’in Gecenin Sonuna Yolculuk romanını ele almak üzere çıktığım yolculukta ortaya romana odaklanan bir metin çıkmadı. Ama belki de eserler yalnızca kendilerinden ibaret değillerdir ve bazı yazarlar öyle şeyler yaparlar ki eseri yalnızca metnin kendisi üzerinden yorumlama imkânını elimizden alırlar. Aynı Hamsun gibi, aynı Matzneff gibi, aynı Céline gibi.