Hayatın her şeye rağmen, bütün kötülüklere, bütün sahtekârlıklara rağmen güzel olmaya devam edebilmesi, insandaki bitmez tükenmez direnç ve içimizdeki sessiz kahramanlıklar yüzündendir.

Çadır önünde umut çiçekleri
Fotoğraf: Twitter/ @dayanismasol

Uzun, sıkıntılı, dertli bir günün sonunda bitkin bir şekilde evinize dönerken yıkıntıların arasında yakınlarını arayanların, selde çırpınanların acısı üstünüze çöker. Ama yine de yaşamaya devam edecek ve gittikçe silikleşen gölgelerin arkasına gizleneceksiniz. Aklınızdan geçenleri kim bilebilir ki; belki gençliğiniz geri dönmüştür birkaç dakikalığına, belki anlık bir kıvılcım gibi köşede beliriveren ve aynı hızla yok olan güzel kız yeniden gravüre benzeyen bir hayal gibi kapının önünde karşınıza çıkar. O hızla geçen ama size uzunmuş gibi gelen yılların, ölümlerin, doğumların, neşenin, hüznün anıları üşüşür bir an.


Seçim dedikoduları, uydurma, sahteliği hemen belli olan masa başında anlık uydurulan sahte haberlerden bıkmışsanız, hayatın daha çekilir hallerini aramaz mısınız? Belki de eski bir hesaplaşmadan artakalan bir kızgınlık yorgunluğunuzun üstüne eklenecektir. O zaman ya kapıdan geri dönülecek, tanıdıkların ve hemen tanıdık olabilecek birilerinin bulunduğu bir meyhaneye gidilecek ya da evde bir iki kadeh içkinin sahte dostluğuna sığınılacaktır. Yaşınız 50’yi çoktan geçmişse anılarla, yaşanacak olanlar arasındaki denge artık yavaş yavaş bozulmaya başlamış demektir. Sırtınızda bir yük gibi biriken anıları çoğunlukla gülümseyerek anlatırsınız ama anlattıklarınız anılarınız içinde öyle büyük bir yekûn tutmayacaktır. Kimileri anılarını yaşama gücüne dönüştürür; kimileri o hızla geçip giden günlerin ağırlığı alında ezilir. Yüzündeki pırıltı hiç eksik olmayanlar ise, her gün yeniden yapılacak bir iş, ulaşılacak bir hedef, kazanılacak bir kavga bulurlar.

Sen de dahilsin ey okur

Bu kelimelerle yalnızca kendimi anlattığımı sanıyorsan yanılıyorsun ey sabırlı okuyucu. Yaşadığımız ve ne zaman biteceği belirsiz zamanın içinde, sen de dahilsin bu dağdağalı günlerin bunalımına. İnsan hayatını hiçe sayan sarsıntıların sorumlularını ararken öfke göğsünden yukarı doğru tırmanıyor ve sen soluksuz kalıyorsan seni teselli etmek için bir iki cümle inadın ve haklılığın arada bir de olsa zafer kazanabileceğini müjdeleyeyim mi sana. Ben çünkü bugün hızla ve öfkeyle gazeteleri okumaya çalışırken, işte öyle kötülüğün rüzgârını hissettim yüzümde. Kötü yönetilen ülkenin yöneticilerinin, rastgele politikalarla her gün biraz daha batağa sürükledikleri bir ülke bizim ülkemiz. Her şey kötü gidiyor olabilir; doğayı kirletmeye devam edenler utanmadan çevreci geçiniyorlar. Savaşlarda gördüğünüz gibi her gün binlerce insan ölmüyor mu? İşte depremde sayısını tam bilemediğimiz insanımızı yitirmedik mi? İnsanlar ekmek parasını kazanabilecekleri yeni ülkeler için ölümü göze alarak, sınır kapılarına, uçsuz bucaksız denizlerin fırtınalı limanlarına yığılmıyorlar mı?

Yine de haramileri yenmek mümkündür, diye söylenmekten vaz geçmeyeceğim. Hayat ve ölüm hakkında bugüne kadar yazılmış ve söylenmiş olanların bitmediğine inandım. Bu inadın ve ölüme karşı kahramanlığın öyle ucuz bir kahramanlık olmadığını da kavradım. O kahramanlığı yaşadıkları felaketin içinde yeniden ayağa kalkmaya çabalayan, güçlükle bir çadır edinmiş olan kadınların çadır önüne çiçekler diktiklerini görünce anladım ben o sessiz kahramanlığı. Kötülüğün henüz yenilmediğini ama yenilebileceğini biliyoruz artık.

Bunca yılların birikiminden, yıllara dağılmış zaferler ve yenilgilerden öğrendik. Nasıl anladığımı soruyorsanız, mezarlıklara bakın derim size. Mezarlıklardır en büyük tanığımız. Mezar kazıcıları büyük bir özgüvenle gösterirler. “Şurada yatan…” diye başlarlar söze. “Şurada yatan büyük ve zararlı bir ütopyanın kendini bilmez yazarıydı” derler. “İnsanların sömürülmeyeceği bir dünyanın hayalini kurdu. Onu, hayır, biz öldüremedik eceliyle öldü. Bunlar da gençliklerini umursamadan öldürdüğümüz devlet düşmanları. Şu yandaki mezarda yatansa inatçının tekiydi, o mahkeme kararıyla öldü; öbür taraftakini soruyorsanız o hâlâ ölmediğini iddia ediyor, Yine de gömülecek.” Ama hikâyenin böyle sürüp gitmesini isteyen cellat da biliyor gerçeği. Sevgili şairin, Ataol’un dediği gibi, uyku tutmayan celladın kâbusudur. Şöyle yakınır o uğursuz cellat? “Tanrım” / Bu ne zor bilmece / Öldükçe çoğalıyor adamlar / Ben tükenmekteyim öldürdükçe...”

Yorgunuz ama umutsuz değil

Çok yorgun olduğum zamanlar Nâzım’ın şiirini okurken içimden hep “seyir defterini” yazmaktan vazgeçmemek gerektiğini, Nâzım’ın da “beni bekleme kaptan” derken “beni almadan gitme bu limandan” demek istediğini tekrarlardım. Umudun o şiire sinmiş olduğuna hep inandım. Kaptanın, limanın, yazılacak seyir defterinin ve gitmek isteyenlerin hep var olması, hikâyenin tüm karamsarlığını alıp götürürdü: Gölge güneşin yalnızca kanıtıdır kendisi değil.

Hayatın her şeye rağmen, bütün kötülüklere, bütün sahtekârlıklara rağmen güzel olmaya devam edebilmesi, insandaki bitmez tükenmez direnç ve içimizdeki sessiz kahramanlıklar yüzündendir. Bütün kötülüklerin aracı ve kölesi olan kimileri kendi başına kaldığında, kendine döndüğünde, aynaya baktığında iyileşebilir, iyi şeylerin peşine düşebilir. Anıların sık sık anlatılan kısımları bu iyi zamanlardan gelir. Umudun hâlâ var olmaya devam edebilmesi, dünyanın bunca ihanete rağmen hâlâ yaşanabilir bir yer olabilmesi bu nedenledir. Haksızlık edenler, sömürenler başkalarının sırtından kazandıklarıyla günlerini refah içinde geçirenler ise cehennemden değil, bu dünyanın kendileri için cehenneme dönme ihtimalinden korkarlar. Onlar için yapabileceğimiz bir şey yok. Onlara yapılabilecek en büyük yardım, onları sömüren, soyguncu, harami olmaktan kurtarmak olabilir. Zaten sık sık söylediğimiz de budur; kendimizi ve onları kurtarmak için uğraşmıyor muyuz? Şimdi sık sık “artık işçi sınıfı diye bir şey kalmadı” diye pek bilmiş havalarda çalışanlara türlü çeşitli isimler takarak yok prekarya, yok beyaz yakalı diye debelenip durmuyorlar mı? Onlara çileden çıkaran gerçek şöyledir: Sömürü ortadan kalktığında sömüren de sömürülen de ortadan kalkar. Kolay olmadığını biliyoruz uzun bir süreçtir, ağır bir mağma gibi akıp giden hayatın içinde biriktiğinde insanın çabası, işte devrimler olur, hayır devrim sık sık söylendiği gibi profesyonellerin işi, onların ağrılı sancılı kendilerinden vazgeçerek giriştikleri çabalarının takvime bağlanmış işi değildir. Devrim olur ve Gemlik’e doğru ansızın denizi görür insanlar.

***

Peki, bundan sonra ne olacak? Sabırlı okuyucu, bundan sonra politikanın o canlı resimlerle zenginleşmiş yeni bir resmini yapacağız. Eski defterlerimizdeki hikâyelerimizi yeniden okumamız gerekecek. Unutmaya başladık çünkü biz onları. Oysa bu karabasandan nasıl kurtulabileceğimizin işaretleri o hikâyelerin içindedir. Şimdi o hikâyelerimizi yaşadığımız günlere taşıyacak, bugünün hikâyelerinin nasıl okunması gerektiğini onlarla sınayacağız. Kitaplar insanın eyleminden, siyasetten, yaşadığımız ve sürekli değişen koşullar içindeki insanın bilinçli eyleminden söz eder. Bu insan biz değilsek kim? Olup biteni kavradığımızda karşı tarafın çok muhkem görünen yapısını alt etmenin yolu böyle bulunabilir. Ancak o zaman çürüme belirtileri gösteren o muhkem yapıyı dönüştürebilir, kendimizin yapabiliriz. Dünya, öznesini arıyorsa, ne olduğunu, nerede olduğunu bilmediğinden değil, karşı tarafın bilinçle ördüğü kaosun, kara sisin içinde kaybolduğundandır. Ama dünyanın o kara sisten kurtulmasının zamanı yaklaşıyor.

Tamam, işimiz zor; bir ömre, ömürlere sığmayacak bir uzun iş olduğunu biliyoruz; devam ediyor ve unutmuyoruz; bu hikâyede her zaman iki kahraman vardır: hayat ve ölüm.

Bugüne kadar hep ölüm kazandı ama asıl kahraman hayattır.