Doğru, kurtuluş hikâyesini çok çok uç noktalara kadar götürenler oldu. Ama uç nedir ki? Sınır her zaman çağın ve insanın ihtiyaçları tarafından belirlenmedi mi?

Çağdaş komedyanın kurbanları
Joseph E. Baker, 1 Numaralı Cadı

Görece uzun süren bir denge döneminden sonra, hep birlikte bir hay-huyun içine girmiştik, hatırlarsınız. Bütün dünya bir yandan uygarlığın son ürünlerinin tadına bakarken, öte yandan tarihin karanlıklarında kalmış olması gereken, ya da öyle olması gerektiği sanılan duyguların, ihtirasların, düşüncelerin peşine takılmıştı.

Milletler kaynaşıp yeniçağın toplumlarını kuruyorlar sanıyorduk; devletler parçalandı, sınırlar günübirlik değişir hale geldi, kabileler birbirini kırmaya, dinler birbirlerini yeni tanıyormuş gibi hırlaşmaya başladılar.

Değer yargıları, insanın derisinin altındaki vahşi kurdu ele veren sırıtışlarla yerlere çalınıyor. Kimileri bu yere çalınışın dürüstlük gereği olduğunu savunuyor, kimileri ise değişen dünyadan, değişen değerlerden, geçmişin yanlışlıklarından, aldatılmışlıktan, eskinin eskimiş olduğunu fark etmemenin aptallıkla eşdeğer olduğundan dem vuruyordu. Ama hepsinin de yüzünde, içtenlikten çok, gerçeği taklit etmek yerine ustaca onun yerine geçmiş bir resim gibi kendini ele veren, avını düşmana kaptırmamak için hırlayan kurtun kanlı dişlerini ortaya çıkartan o berbat sırıtış vardı. 

Jeanne ile Gilles

Gilles de Montmorency gibi diz çöktü onlar da yeniden ayağa kalktıklarında artık yüzlerinde ermiş Jeanne d’Arc yüzünden aldıkları bir zamanlar onları hiç değilse melekle şeytan arasındaki ince çizgide gizleyebilen izler kaybolmuş; ifritin, şeytanın, “kendini kurtarmanın,” şu hep, her şeye geç kalınan dünyada, gecikmenin, bir an önce yapılması gerekenlerin çokluğunun verdiği telaşın, en çok da gözlere, kasılan çenelere yansıyan affedilmez günahların, hırsın izleri belirmişti. Onların yüzlerinde apaçık kötülük; mutlulukla, hazzın verdiği o derin çelişki, o derin, o yoğun sentez kendini tanımaya başladı. Yüreklerinde geçmişte tatmin edilememiş duygularla kalakalanlar, alıp satmaya, hor gördükleri ticarete, daha önce hep aşağıladıkları şu “pis” işlere ve en önemlisi politikaya bir daha, bu kez geçmişte küçümsedikleri, ihanet safları diye damgaladıkları saflarda başlamayı denediler. Dillerinin kemiği olmadığından, bu bir yandan kolay ama bir yandan da ortalıkta gezinen ayrık otları yüzünden rahatsız ediciydi. Geçmiş onları sürekli rahatsız ediyordu. Geçmişten bir şekilde kurtulmanın yolu yok mudur? Bu soruyu hep sordular, hep sordular! Ama sorunun sevimsiz yanıtı önceden bilinirse, can sıkıcı oluyordu. 

Onların da canı sıkıldı. Sorularına istedikleri gibi, ruhlarını hiç değilse kısa bir süre dinlendirecek yanıtları, yalnızca kendileri gibi olanlardan alabiliyorlardı. Bu cevapsa çaresizlik içinde kıvranan ruhları istedikleri gibi tatmin edemiyor, onların ateşine su dökemiyordu. Onların ruhlarını araftan kim kurtarabilir? Doğru, kurtuluş hikâyesini çok çok uç noktalara kadar götürenler oldu. Ama uç nedir ki? Sınır her zaman çağın ve insanın ihtiyaçları tarafından belirlenmedi mi? Bir peygamberden bir başkasına koşarken, tek amaçları “yanlış” yapmamaktı. Tanrı ile şeytan arasında aradıkları benzerlik ve aynılık onların ruhlarında sık sık kendini buldu! Ama ya sonra? Sonra peygamber yerlerde sürünürken, sırtında çarmıhı ile yokuşu tırmanırken onun yanında yürümek, çarmıhın bir ucundan tutmak kadar saçma bir iş –sıradan müminlerin kınayıcı bakışları insanın üstünde olsa bile– elbette yapılamazdı. Din değiştirmekten, tanrının dininden şeytanın dinine geçmekten başka ne kalıyor geriye?

Kendini kurtar

Peki, şimdi şu can sıkıcı çağı nasıl atlatmalı; bir yandan ömür geçip giderken, kahrolası geçmişin ağırlığından nasıl kurtulmalı? Ne yaptıysa şu bilinmez tarih yaptı. Geleceği sezememek onları fena halde zor durumda bıraktı. Bir şiir okudukları, bir türkü dinledikleri zaman yüreklerine zorla yükledikleri heyecanlar şimdi onlara ne kadar gülünç geliyor.

Gerçekte o eski zamanlarda da gülünç değil miydi? Her neyse; “kurtuluşlarını” da yine tarihe borçludurlar; derilerinin altındaki kurdu uyandıran, şeytanı zincirlerinden serbest bırakan,
“ermiş Jeanne”ın alevler içindeki hali oldu. Oysa Prense taç giydiren, at üstünde zaferden zafere koşan, yüzünde her zaman ermişliğin ışığı, kahramanlığın halesiyle dolaşan, hep akıllı sözler söyleyen Jeanne düşmanın, engizisyonun eline geçtiğinde onu kurtarmak için yola düşmemişler miydi? Gerçekte kurtarmak istiyorlar mıydı? Ermiş Jeanne, cadı ateşinde “İsa! İsa! İsa!” diye yanarak can verirken, bir an için niyetlerinin Jeanne’ı kurtarmak değil, Jeanne’dan kurtulmak olduğunu anlar gibi oldular, bir an için yüzleri korku ve utançla karardı. Sonra tarihin rüzgârı onların çelimsiz bedenlerini yere fırlattı. Güçbela yerlerinden doğrulduklarında artık yüzlerindeki çizgiler eski ermiş çizgileri değildi; dünyaya, var olan, var olmayan her şeye eskisinden daha farklı bakıyorlardı. 

Şimdi ruhlarını geçmişin yükünden kurtarmak, nihayet, lütfen, artık utanmamak istiyorlar. Ama onlar için ne yapılabilir. Tacı tahtı hak etmiş olmaktan henüz çok uzak olan krala taç giydiren Jeanne, Gilles’i büyülemişti. Gilles onda gördüğü saflığa, saflıktan doğan kendine güvenin çekiciliğine karşı koyamamıştı. Gilles’in erdemi kendini bilmekti. Dostlarımızın kusuru ise kendini bilememektir. Gilles, Tanrı ile şeytan arasında bir yerde duruyordu. Birinden ötekine sıçrayabilirim sanıyor, Jeanne’a duyduğu hayranlığı, kolayca kötülüğün korkunç günahlarının ateşiyle bastırabiliyordu. Ütopyanın saf çekiciliği, düzeni günahlarıyla, şeytani hazlarıyla birlikte yaşamak isteyen hasımlarımızda da aynı işlevi gördü. 

***

Şimdi arkadaşlarımız ütopyadan uzak durmak, onun tarafından rahatsız edilmemek, hayatın zevklerini tatmak istiyorlar. Farkına varamadıkları, hayatın tadını artık ebedî olarak yitirdikleridir. Tıpkı Engizisyonda Gilles’in yaptığı gibi bir an kahramanca ayağa kalkıp yargıcı küfürlerle huzurlarından kovuyorlar, sonra birden elden ayaktan düşüp yerlerde sürünüyorlar. Daha sonra günahlarını uygun bir fiyata satabilmenin düşüyle yanıyor, yavaş yavaş cadı ateşine doğru ilerliyorlar. İçlerinde bir yerde gizli kalan bir ateş, Jeanne’dan kalma birkaç kor belki varsa, cadı ateşinin alevleri içinde belki, Jeanne’ı, ütopyanın saflığını, yüceliğini ve kurtarıcılığını hatırlayabilirler.

Onlar için yapabileceğimiz pek bir şey kalmadı. Yorgunluklarının, telaşlarının çaresi yok. Bu umutsuz yolculukta yanlarına eski şöhretlerden tanıklar almaya kalkışmaları, benzeri fırsatları bin kere alaylı bir dille yazmış, lanetlemiş olan şairleri kendilerine tanık göstermeye çalışmaları, evrende sivri ne varsa törpülemeye kalkışmaları, “tarihin sonunun geldiğine” dair kehanetler savuran kitaplara sarılmaları hep çaresizliklerinin işaretleridir. Toprak onları tanıdı. Kötü olan, kendilerinin henüz kendilerini tanıyamamış olmalarıdır… Artık onları derisini bir kalıp gibi geride bırakan, çölün ilk serin deliğinde dinlenmeye çekilen bir yılan gibi terk etmek zorundayız. Ama şu ölümlü dünyada insanın yalan söyleyemeyeceği, göz göze gelmekten kaçınamayacağı tek ölümlü kendisi değil midir? Şu aynanın içindeki yüzsüzü öldürmeden bu utançtan kurtulmak nasıl mümkün olabilir ki? Kurtuluş için onlara tavsiye edebileceğimiz tek bir yol var her zamanki gibi: Aynaya bakıp kendini tanımak. Cadı ateşinde yanarken, yandığını, kendini bilip, yüzünü ütopyaya dönmek: “Jeanne! Jeanne! Jeanne!” diye onu son bir defa çağırmak.

Yarısı yırtık eski bir defterin içinde bulduğum bu hikâyemsi şeyle ne anlatmak istediğimi bilmiyorum. Ne için yazdığımı unuttum. Ama belki yine de işe yarar, çağrışımlar hep işe yaramamış mıdır?