Merve Dizdar’ın tutumu, sadece bir ödül konuşmasıyla değil, aynı zamanda herkesin kendine ait olan sesi kullanması gerektiğini hatırlatarak bizi aydınlatmaktadır.

Cannes 2023: Sesler yankılanırken

Murat Tırpan - Akademisyen, Sinema Eleştirmeni.

Sesler yankılanırken, ışıklar parlarken kırmızı koltuklardaki yüzlerce göz, Fransa’nın Cannes kentindeki kadim film festivalinin ödül töreninde Merve Dizdar’ı heyecanlı ama bir o kadar da gururlu bir şekilde sahneye çıkarken izliyordu. Merve’nin oynadığı Kuru Otlar Üstüne filminin yönetmeni Nuri Bilge Ceylan’ın tarifiyle “yalnız ve güzel ülkemizde” ertesi gün genel seçimin ikinci turunu yaşayacaktık. Ülkenin şu anki Cumhurbaşkanını seçmemiş yarısı için Merve’nin başarısı bir erken telafi olmalıydı belki de ama politik atmosferin çirkinliğinden, sosyal medyanın pervasızlığından o da nasibini aldı ve yaptığı konuşma için birçokları tarafından eleştirildi. 

Merve’nin memleketteki kadınlık ahvaline vurgu yapan konuşması gerçekliği ve samimiyetiyle oldukça önemliydi elbette ama öte yandan festivalde bu yıl öne çıkan başka kadınlar da vardı. Cannes Film Festivali’nin, sinemanın büyüleyici bir manifestosu olarak, birçokları tarafından monoton olarak kabul edilen bir önceki yılın gölgesinden sıyrılarak zaferle geri döndüğü söylenebilir. Festival, küresel film endüstrisinin direncini ve yaratıcılığını yansıtan bir dizi göze çarpan eserle doluydu. 

Fransız drama filmi Anatomy of a Fall (Düşüşün Anatomisi) Justine Triet yönetiminde Cannes’ın en prestijli ödülü olan Palme d’Or’u kazandı. Triet’in bu ödülü kazanan sadece üçüncü kadın yönetmen olduğunu ekleyelim. Filmi, hukuk draması formatında bir başyapıt olarak nitelendiren birçokları, onu “ender rastlanan bir kalibrede entelektüel bir gerilim” ve “nefes kesici bir şekilde zeki ve ince bir şekilde sapkın bir başyapıt” olarak değerlendirdi. Bu zafer, kadınların sinema dünyasındaki varlığının net bir göstergesidir ve Triet’in kendi yolunu açma ve kadınların seslerini duyurma hakkındaki mesajı Dizdar’la aslında aynı şeyi vurgular. Triet konuşmasında “kadınların sinemadaki sesi ve varlığı, sadece bir trend değil, kalıcı ve etkileyici bir değişimin göstergesidir” dedi. Hollywood efsanesi Jane Fonda’nın ödülü sunması ve 1963’te ilk kez Cannes’a geldiğini hatırlatması da, ne kadar yol katedildiğini ve kadınların sinema sektöründe nasıl daha görünür hale geldiğini gösteriyordu.

Festivalin bir diğer dikkat çeken yönü ise, bu yılki film seçkisinde kadınlar tarafından yönetilen ve yazılan eserlerin sayısındaki belirgin artış oldu. 2023 Cannes Film Festivali’nde yarışan 24 film içinde 9’u kadın yönetmenler tarafından çekildi. Bu, kadınların sinema sektöründeki temsil oranında önemli bir artışı temsil ediyor ve bu da festivaldeki kadınların etkisi ve başarısının artmakta olduğunu gösteriyor. Kadınların hem yönetmen koltuğunda hem de perdede, giderek daha fazla görünürlük kazanmaları umuyoruz ki bu değişimin sinema endüstrisine nüfuz etmeye devam edeceğini işaret ediyor.

Bu yılki Cannes Festivali, sadece kadınların sinemada daha çok yer almasını sağlamakla kalmadı, aynı zamanda onların seslerinin daha çok duyulmasını ve hikâyelerinin daha çok anlatılmasını da sağladı. Bu, hem film yapımcıları hem de seyirciler için sinemadaki cinsiyet dengesinin geliştirilmesinde kritik bir adım.

Merve Dizdar ve Justine Triet gibi güçlü kadınların varlığı ve etkisi, kadınların sinemada yer almanın sadece bir istisna olmadığını, aksine bir norm ve bir gereklilik olduğunu gösteriyor. Onların başarıları ve sesleri, kadınların sinemada sadece bir figüran olmadığını, aksine onların hikâyelerinin, deneyimlerinin ve bakış açılarının sinemanın dokusunu zenginleştirdiğini hatırlatıyor.

Diğer önemli ödüller arasında, Tranh Anh Hung’un The Pot au Feu (Ateşteki Tencere) için En İyi Yönetmen ödülünü kazandığını ve Caméra d’Or’un Inside the Yellow Cocoon Shell (Sarı Koza Kabuğunun İçinde) adlı filmi ödüllendirdiğini not düşelim. NBC’nin son filmi Kuru Otlar Üstüne ise ödül kazanmaya çok yakınken bu yıl ne yazık ki sadece Dizdar’ın En İyi Kadın Oyuncu ödülüyle yetindi. Bir öğrencinin kendisini uygunsuz davranışla suçlamasının ardından taşrada bir öğretmen olan Samet’in hayatının çözülmesine dair olan film erkek kırılganlığı ve kendini aldatmanın derin ve elbette sinematografik olarak güçlü bir keşfi. Filmde Dizdar’ın performansı kadınların zorluklarla karşılaştığında bile ne kadar güçlü olabileceğini, nasıl direnebileceğini ve bunların hepsinin ötesinde kendi kimliklerini nasıl savunabileceklerini gösteriyor.

Filmdeki rolüyle paralellik kuran bir konuşma yapan Dizdar için bu ödül aslında hem bir mükâfat hem de bir taahhüttü. Ödülü alırken belli ki kalbi, gülümsemesi kadar yüksek ve cesur atmaktaydı. Ancak, bu yürek atışının ritmi, sözlerinin her bir hecesi ile doğru orantılı olarak herkese ulaşmamış gibi görünüyor. Merve’nin sözleri, tam da bu konjonktürde, siyasi ve sosyal gerilimlerin yüksek olduğu bir dönemde, bize tanıdık bir şekilde doğru yorumlanmadı. Oysa aldığı ödülü “Türkiye’de hak ettiği güzel günleri yaşamayı bekleyen tüm mücadeleci ruhlara” armağan etme jesti, cömert ve umut dolu bir çağrıydı, elbette bir ulusu karalama çabası falan değil. Türkiye’deki ve genel olarak dünyadaki aşırı kutuplaşma sonucunda mağdur olan insanlar ve “kadın kardeşlerine” dair bir misyonun ve taahhüdün teyidiydi.

Onun sözleri, tıpkı Cannes’daki ödülünü kazanmasına yol açan performansı gibi, bir tutum, bir görüş, bir ruh hali, bir direniş ifadesiydi. Türkiye’de bu ödülü kazanan ilk kadın oyuncu olarak her biri kendine özgü savaşlar veren, hayatlarını, haklarını ve değerlerini korumak için her gün direnen insanları temsil etti Cannes’da.

Tam da Gezi olaylarının 10. yıldönümünde Dizdar’ın Cannes’da dile getirdiği talepler, aslında farklı şekillerde ifade edilse de, temelde aynı duygu ve talepleri yansıtıyor: daha fazla özgürlük, daha fazla hak ve daha fazla eşitlik. Türkiye’deki kadınların ve genel olarak kadınların durumunun geliştirilmesi talepleri, aynı zamanda daha geniş bir talep ve arzunun parçası olmuştur: daha fazla demokrasi, daha fazla adalet ve daha fazla özgürlük. Bu iki olay -Dizdar’ın konuşması ve Gezi Parkı direnişi- birbirinden bağımsız olsalar da, aynı direniş ruhunu temsil ediyorlar. Her ikisi de baskıya karşı duran ve daha fazla özgürlük, daha fazla hak ve daha fazla eşitlik talep eden sesler.

Buradan çıkan başka bir ders daha var; oyunculuğun sadece bir iş değil, aynı zamanda bir duruş ve bir tutum olduğunu hatırlamalıyız. Merve Dizdar’ın tutumu, sadece bir ödül konuşmasıyla değil, aynı zamanda herkesin kendine ait olan sesi kullanması gerektiğini hatırlatarak bizi aydınlatmaktadır.

Ve belki de en önemli nokta şu: Her birimizin sesini kullanma, hissettiğimiz şeyleri ifade etme ve bunun sonucunda gelen eleştirilere karşı durma hakkı vardır. Bu, sadece sanatçılar ve oyuncular için değil, aynı zamanda toplumun her bir bireyi için geçerli olan bir gerçektir. Merve Dizdar’ın sesi, sadece bir oyuncunun değil, aynı zamanda ülkesinde kadınlar ekseninde çağdışı tartışmaları yaşamak zorunda kalan bir insanın, bir kadının ve bir vatandaşın sesiydi. Ve bu sesin her birimizde yankılanması, bizim de kendi sesimizi bulmamız için bir çağrıdır.