Festivalin ilk yarısında bir başyapıtla karşılaşmadık henüz, ama yarışma dışında Wenders, Scorsese, Almodovar, McQueen, yarışmada Kore-eda, Ceylan gibi ustaların yeni ürünleri beklentileri karşıladı.

Cannes’da ustalar geçidi
İlk yarının yarışma filmleri arasındaki İngiliz yönetmen Jonathan Glazer’in “İlgi Alanı” favoriler arasında. (Foto: IMDb)

76. Cannes Film Festivali dur durak bilmeyen yağmuru ve teknik aksaklıkları ile anımsayacağız herhalde. Festival Direktörü Thierry Fremaux,  her zaman olduğu gibi farklı türlere, farklı yaklaşımlara kapıyı aralayan  eklektik bir seçki ile geldi karşımıza. Şu ana dek izlediğimiz ustalar arasında düş kırıklığı yaratan olmadı ama herkesin üzerinde birleştiği bir film de henüz ortalarda yok. Yeni filmlerini merakla beklediğimiz Ken Loach, Nanni Moretti, Aki Kaurismaki, Marco Bellochio , Wes Anderson, Todd Haynes, Tran Ann Hung, Catherine Breillat gibi isimleri de eklediğimizde, bu yılki seçkinin yarısının sinema dünyasının ustalarına ayrıldığı görülebilir. İkinci yarıyı izleyemeyeceğim için (İzmir Festivali çok yakında) sonuçlara ilişkin bir tahminde bulunamayacağım. Ama, Jüri başkanı Ruben Özlund’un sinema anlayışını ve jüride çoğunluğu oluşturan gençlerin tercihlerini hesaba katarak, bu yıl yarışmada genç yönetmenlerin şansının epeyce fazla olduğunu söyleyebilirim. 

İLGİ ALANI

İlk yarının yarışma filmleri arasında favorim, İngiliz yönetmen Jonathan Glazer’in “İlgi Alanı” (Zone of Interest) adlı filmi. Klasik Nazi filmlerinden çok farklı bir yaklaşımla, ‘sıradan’ faşizmin kökenlerine bir yolculuk olarak nitelendirebileceğim film, İngiliz yazar Martin Amis’in aynı adlı romanının fazlasıyla özgür bir uyarlaması. Hatta yalnızca adı ödünç alınmış diyebilirim. Kitapta Auschwitz kamp komutanının karısına âşık bir Nazi subayı anlatılıyor. Glazer ise, gerçek bir Nazi’nin, Rudolf Höss’ün öyküsünü anlatıyor. Sanata, doğaya, hayvanlara, karısına ve çocuklarına karşı sevgisini gizlemeyen bir komutan Höss. Ama, binlerce Yahudi gaz odalarına götürülürken gözünü bile kırpmayacak kadar soğukkanlı bir faşist.

Höss, Auschwitz kampının yanı başında bir cennet yaratıyor. Ne onun, ne de karısı Hedwig’in umurunda yanı başlarındaki insanlık dramı. Hatta insan küllerinin gübre olarak kullanılması bile mubah, yeter ki güller daha güzel büyüsün… Kamptan yükselen çığlıklardan ilham alan etkileyici bir müzik eşliğinde bu evde yaşananları dışardan bir bakışla yansıtıyor yönetmen, evin içine girmeden. Kampta yaşananlara da, evden duyulduğu, görüldüğü kadar (bacadan yükselen kesif bir duman) tanık oluyoruz. Glazer bu korkunç öyküyü anlatırken, bugün müze olarak kullanılan kamptan birkaç saniyelik bir görüntü vermekle yetiniyor. Höss’ın kendini sorguladığı bir anda… İşlevsel bir çevre tasarımı ve görüntüler Christian Friedel ve Sandra Hüller’in son derece ölçülü oyunculuklarına eşlik ediyor.           

OLFA’NIN KIZLARI

Bir başka insanlık faciasını da Tunuslu genç yönetmen Kaouter Ben Hania (“Derisini Satan Adam”dan anımsayacaksınız) anlatıyor. Tıpkı Glazer gibi, anlattığı öyküyü eldiven gibi saran bir biçem bütünlüğü içinde… Gerçek bir olaydan kaynaklanan filmini, gerçek kahramanlar ile oyuncuların birlikte yer aldığı bir rol dağılımı ile, belgeselle kurmacanın iç içe geçtiği ‘docu-drama’ türünde gerçekleştiren Ben Hania, halen Libya’da hapiste olan iki kızını IŞID’e kaptıran anneyi ve özgürlüklerini sonuna dek savunan diğer iki kız kardeşi  bu öyküyü aktarmaya ikna ediyor. Kimi sahnelerde anne kendini oynuyor, duygusal olarak kaldıramayacağı bazı sahneleri ise bir oyuncuya bırakıyor. Hapisteki kızları ise oyuncular canlandırıyor. Bu yalnızca bir ailenin öyküsü değil, çağımızın öyküsü. Gencecik kızların kara çarşaflar altında yaşamaya gönüllü olması, faşizmin ‘rıza imalatı’ sürecini anımsatıyor ister istemez. Etkileyici ve güzel… Cannes’dan bir ödülle ayrılması sürpriz olmaz. 

KURU OTLAR ÜSTÜNE

Nuri Bilge Ceylan, bu filmde de Festival izleyicisinin beklentisini boşa çıkartmıyor. Bir mikrokosmos (Erzincan’ın bir köyü) içinde ülkemizden insan manzaraları sunuyor.  Akın Aksu’nun öğretmenlik anılarını içeren öyküsünden yola çıkan Nuri Bilge ve Ebru Ceylan’ın kaleme aldığı senaryo, Cevahir Şahin ve Kürşat Üresin’in usta işi görüntüleri ile yansıyor beyazperdeye. Ceylan, filmin ana kahramanının fotoğrafçılığa meraklı bir öğretmen olmasını gerekçe göstererek gerçek insan portreleri yerleştiriyor aralara. Filmin en büyük meziyeti oyuncuların başarısı bana göre. Başrollerde Merve Dizdar (En İyi Kadın Oyuncu ödünü alabileceğini düşünüyorum), Deniz Celiloğlu ve Musab Ekici’nin, diğer rollerde Ece Bağcı, Erdem Şenocak, Yüksel Aksu, Cengiz Bozkurt, Elif Ürse, Nalan Kuruçim ve Elit Andaç Çam’ın yönetmenle uyum içinde çok başarılı bir takım oyunu çıkardıkları görülüyor.    

Ülkemizin temel ikilemi, ilerici-muhafazakâr çatışması bu filmde de baş rolde. Yönetmen, aydınların halka uzaklığını vurgulamaktan geri durmuyor bu filminde de. Erkek kahraman Samet, mecburi görevini yaptığı Doğu Anadolu köyünden bir an önce kurtulup, büyük kente kapağı atma özlemi ile yaşayan, siyasal bir tavır alma ihtiyacı duymayan, kişisel çıkarlarını her şeyin üzerinde tutan tipik bir ‘Anadolu oportünisti’. Aynı evi paylaştığı öğretmen arkadaşı Kenan, o bölgenin insanı olarak çok daha mütevazı ve gerçekçi. Filmin kadın kahramanı Nuray ise, katıldığı bir mitingde patlayan bir bomba ile tek bacağını kaybetmiş bir devrimci öğretmen. İki öğretmenden birinin fotoğrafa, diğerinin resme ilgi duyması, Ceylan’ın hedef tahtasına sanatçıları, ya da sanatçı olma hevesindeki aydınları oturttuğunu gösteriyor. 

Ceylan filmini üç aks üzerine oturtmuş. Samet’in ve arkadaşı Kenan’ın okulda küçük kızlarla yakından ilgilenmeleri nedeniyle suçlanmaları, aynı kadına (Nuray’a) ilgi duyan iki arkadaş arasındaki çatışma ve en önemlisi Samet ile Nuray arasındaki siyasal görüş farklılıklarından doğan çatışma. Haksız yere suçlanan öğretmen temasını tüm boyutları ile anlatan Danimarkalı yönetmen Thomas Vinterberg’in “Onur Savaşı”nı (The Hunt) ve bu yıl festivalde izlediğimiz Japon usta Kore-Eda’nın “Canavar” filminden farklı bir şey söylemiyor yönetmen. Romansı bir yaklaşımla, farklı temaları yan yana sunmaya çalışması bütünlüğü zedeliyor. Küçük kızda yitirdiği heyecanı bulmaya çalışan yalnız bir öğretmenin öyküsünden yola çıkıp, toplumsal tartışmalara girince işler karışıyor. Küçük öyküler anlattığı filmlerindeki, örneğin “Uzak”taki mükemmelliği terk edip, yeni ufuklara yelken açmasına, (filmde yer verdiği ‘Brecht’yen sürpriz gibi) biçimsel arayışlara girmesine diyecek yok ama senaryodaki dikişler fazlaca göze batıyor. Evet, “gerçek sıkıcı olduğu kadar, acımasız da”…    

Filmin politik duruşuna gelince, amaçsız ve inançsız bir aydını suçlarken, politik göndermelerden bile uzak duruyor; kendisini suçlayan -her halinden iktidar yanlısı olduğu anlaşılan- müdüre bile anlayışlı bir dille yaklaşıyor, tıpkı filminin kahramanı Samet gibi… Tabi, birkaç eleştirel değinme var: “yakında bekarlardan vergi alınacakmış”, Musa’nın babasının “var ama yok”olması (dağda olabilir mi?), köy sokaklarındaki ‘akrep’ araçları gibi… Acaba diyorum, bu film NBCeylan’ın kendisi ile yüzleşme/hesaplaşma filmi mi? Suskun kalanları eleştiren, “birilerinin bir şey yapması gerektiğine” inanan Nuray’la siyasal tartışmaya girdikleri sahnede Samet’in kendisini savunurken kullandığı sözcüklerden yola çıkarak söylüyorum bunları: “Bataklığı  kurutmak istiyorsan dışardan bakacaksın”, “Kahraman olmak zorunda mıyım?”, “İlle de bir safa girmek, bir yerlere dahil olmak zorunda mıyım?”, “İlla cop mu yemem lazım?”, “Ne isteyenin ne istediği belli, ne de vermeyenin..”, “Eline mavzer almayan herkes onursuz mu?”, “Kendi başına dikilmek zor; kimi hain der, kimi dönek”, “Ben özgürlüğümü savunuyorum”… Evet, bu sözcüklerle (anti)kahramanını eleştiriyor, onaylamıyor yönetmen, ama sanki kendine de yönelttiği bir eleştiri gibi geldi bu bana… Hepimizi aynı çuvala, ‘kuru otlar’ çuvalına koyması ise haksızlık gibi...

“Umut etmenin yorgunluğu” sözcükleri filmin duygusunu özetliyor. Ama, direncin, umuda sarılmamızın gerekliliği değil mi şu günlerde anlatılması gereken? Egoist aydınların ‘umut etmenin yorgunluğu’ndan söz etmeye hakları olduğunu sanmıyorum. Bu sözcüklerin sendika üyesi Nuray’ın ağzına yerleştirilmesi pek yersiz olmuş; ‘direnmenin yorgunluğu’ndan söz etmeye hakları vardır elbet ama onlar hiç de yakınmıyor yorgunluktan, direnmeye devam ediyorlar…