Google Play Store
App Store

Karizmatik, otoriter, tek adam (sert erkek) yönetimlerinin yükselişi ile dünyanın tehdit edici bir yer haline gelmesi arasında bir ilişki olduğu sıklıkla dile getiriliyor. Dünya halklarının büyük çoğunluğu her geçen gün kötüleşen hayat koşulları altında yaşamaya çalışıyor ve gelecek daha da belirsiz görünüyor. Beslenme, barınma, sağlık ve eğitim gibi temel gereksinimlerini bile karşılamakta zorluk çeken yığınlar hayatlarını tehdit altında hissediyorlar. Tehdit hissinin körüklediği korkuya kapılan insanların kurtarıcı, güçlü, otoriter lider arayışına yöneldikleri; sağ popülist liderlerin de bu korkuyu beslerken, aynı anda koruma ve kurtuluş da vaat ederek kitleleri manipüle ettikleri söyleniyor.

Ekonomik krizin derinleştiği, terörün arttığı ya da deprem gibi büyük felaketlerin olduğu dönemlerde sağ popülizmin yükselmesi de bu çözümlemelerle uyumlu görünüyor.  Sağcı (faşist) liderler bu korkuyu daha da kışkırtarak, hatta kimi zaman kendi elleriyle (devlet terörü) üreterek oy devşiriyor ve “serbest” seçimlerle iktidara geliyorlar. Bir kere iktidarı ele geçirip, icra ve yargı gücünün ucundan tutar tutmaz da demokrasiyi, güçler ayrılığını istismar ederek “diktatörleşiyorlar.”

Korkunun en şiddetli hali olan terör (dehşet) hissinin felç edici bir yanı var. Korkudan donakalma, güçsüzleşme ve kendini çaresiz hissetme hali. Dehşet hissinin edilgen boyun eğişe neden olduğu da doğru. Toplumun ruh halinden söz ederken, “işsizlik korkusu”, “bölünme korkusu”, “göçmen korkusu”, “aileyi parçalayacak eşcinsellik korkusu” gibi çok sayıda kavramın yaygın kullanımı da bu “korku siyaseti paradigması” ile bağlantılı.

Bu paradigmanın ihmal ettiği iki önemli boyut var:

İlki, daha teorik bir ihmal. İnsanların ya da insan gruplarının duyguları tek tek, yalıtılmış olarak yaşantıladıkları varsayılıyor. Korkan insan sadece korku duyar, neşeli insan sadece neşe hissi yaşantılar gibi. Oysa, insanlar ve insan grupları yalıtılmış tekillikler olarak duyguları yaşantılamazlar. Birden fazla duygu iç içe geçerek bizi etkiler.

Örneğin, bir yarışmada, hangisinin içinde büyük ödülün olduğunu bilmediğimiz kutular arasından seçim yapmaya çalışırken, yanlış tercihi yapmaktan korkmakla kalmaz, aynı anda büyük ödülü seçmenin coşkusunu, bize ip ucu vermeyen  hakeme duyduğumuz öfkeyi de yaşarız. Bakışlarımıza korkunun yanı sıra, yardım beklentisiyle yaşantıladığımız öfke ve yalvarış da, yani tüm duygu karmaşamız bir arada yansır.

İkincileyin, tehditkar bir dünyada sıradan insanları otoriterliğe, tek adamlığa, kurtarıcıya (faşizme) yönelten duygu tek başına belirsizliğin korkutuculuğu değildir. Korkusunun kaynağını arayan öfke daha önemli bir belirleyicidir. Sağ popülizmin yükselişinde, kitlenin öfkesinin kışkırtılması ve inşa edilen “düşmanın” hedef gösterilmesinin etkisi korkunun etkisinden çok daha güçlü olabilir.

Bölünme korkusundansa bölücü düşmanlığı, göçmenlerin kaynaklarımızı ele geçireceği korkusundansa göçmen düşmanlığı, ailenin parçalanacağından korkmaktansa LGBT düşmanlığını kullanmak, sağ popülizmin yaygın stratejisidir. Bu strateji, korkunun çaresizliği kışkırtması, öfkenin ise harekete geçirici, itici güç olması ilkesine dayanır.  Öfke, kitleleri korkudan daha kolay bir araya getirir ve daha güçlü bir karşı eylemi başlatır.

Kırgınlıktan intikam hissine kadar geniş bir yelpazede yaşantılanan öfke duygusunu harekete geçiren en önemli etken ise “kural ihlali” hissidir. Toplum, hatta her büyüklük ya da tipteki insan topluluğu, adalet hissini herkesin uyması beklenen kurallar oluşturarak inşa eder. Bu kuralların ihlali adalet hissini zedeler ve adalet hissinin zedelenmesi ise kendisine de adil davranılmadığı düşüncesini ortaya çıkarır.

19 Mart sivil darbe girişimi, toplumu tam da bu adalet hissini açıkça zedeleyerek öfkelendirdi. Bu yüzden iktidarın korkutma çabaları toplumda öfkenin yükselmesinden başka bir etki yaratamıyor.

Bu zamanda, öfkeye olumsuz bir anlam yüklemek ve sağ popülizmin tekeline bırakmak gibi bir aymazlığa düşülmemesi çok önemli. Bizim öfkemiz intikam dolu değil, neşeli bir öfke olabilir.

Hayatın sonsuz olmadığını bilmenin sorumluluğuyla o tek ve tekrarlanamaz hayatının hakkını vererek yaşamayı bilen Sırrı Süreyya Önder’in “neşeli öfkesi” hepimize mirası olsun, yattığı yer incitmesin…