Cehennemin içinden
Yeryüzü cenneti Türkiye diye bir hayal vardı zamanında. Masmavi denizleri, eşi benzeri olmayan nehirleri, ormanları, dağları, her karışından bereket çıkan toprakları, lezzetli meyveleri, sebzeleri, binbir türlü hayvana, börtüye, böceğe ev sahipliği yapan muhteşem topraklar… O toprakların her parçası için sel olup akmış kanlar, vatanı yaratabilmek için verilen canlar, bir parça toprağına sahip çıkmak için şehit olan binlerce hayat…
Bir zamanlar, “kendi kendine yeten 7 ülkeden” biri olarak, dünyanın tahıl ambarlarından biri miydik? Dünyanın zeytin ve fındığının büyük kısmını biz mi üretiyorduk, tam hatırlayamıyoruz. Artık dünyanın yaşaması ve hayatta kalması en pahalı ülkesi olma yolunda sağlam ve cahil adımlarla ilerliyoruz. Bilimi, bilgiyi, insanı, hayatı değil sadece parayı ve gücü seviyoruz. Sadece bizi yönetenler değil, biz de artık o korkunç canavara dönüşmek zorunda kalıyoruz, hayatta kalmak, bu korkunçluğun içinde boğulmamak için çeşitli çeşitli canavarlara, korkunç fikirlere, öfkelere dönüşüyoruz. Eleştirdiğimiz gerçek üstü saçmalık 20 küsur yıl içinde, biz farkında olmadan nefes alıp verdiğimiz, yaşadığımız ya da yaşamaya çalıştığımız gerçekliğimiz haline geldi bile. Her şeyden nefret ediyor, herkesten tiksiniyor, sürekli “acaba dolandırıldık mı?” kaygısıyla düzenbazlığın her türüne maruz kalmanın verdiği deneyimle, kendimizin iyiliğini başkalarının kötülüğünün önüne koyuyoruz. Artık biz de vahşi bir hayvanız, çok yakında sıra bize de gelecek. “Sahipsiz” olanlarımız yaşama veda edecek. “Sahipli” olanlar için yine vergi indirimleri, 3-4 maaş, çakarlı araç avantajı, çeşitli hukuki kolaylıklar ve daha neler neler…
Sahiplilerin gücü nedense sadece suçsuzlara ve güçsüzlere yetiyor nedense. Yıllar içinde gördük ki, onlar ülke için değil, hep kendileri için bir şeyler istiyorlar. Bir gün yakın akrabaya bir makam, bir gün bir makam arabası, bir gün makam arabası konvoyu, bir gün uçak, bir gün vergi indirimi, bir gün kupon bir arazi… Tarikat yurtlarında çocukların başına gelmedik kalmaz, bu bizimkiler hemen mecliste oy atarken kikirder… Kadınlar öldürülür ve her geçen gün de öldürülmeye devam eder, bu bizimkiler kendi imzaladıkları İstanbul sözleşmesinden çıkarırlar ülkeyi. Vatandaş geçim derdinden iki büklüm olmuşken, kendilerine yönetim kurullarından fantastik maaşlar bağlarlar… Deprem olup binlerce can toprak altına girmişken bile satacak bir şeyler bulup, bu zorluğu da karlılıkla atlatma derdindedir bizim sahipliler.
Bizim gibi sahipsizler ise hep sahipsizdir. Vergisini daha maaşını almadan önce verir, kirasını ödese bile, dışarıda yemek yiyecek parası yoktur, et ve süt ürünleri, zeytinyağı fiyatlarına hayretler içinde bakar… Biz sahipsizlerin kimsesi yok mudur peki? İlla ki bir sahibimiz mi olmalı ve ona itaat mi etmeliyiz? Düşünen, çalışan, sorgulayan gençleri, bu ülkenin parlak yüzlerini nasıl esaret altında tutabiliriz ki?
Sevilmemiş, şiddet görmüş, çocukluğu sıkıntılar içinde geçmiş bir zihin, büyüdüğünde sevmeyi nasıl öğrenebilir, neyi sevebilir? Alırsın eline sopayı, herkesin kafasına vurursun, herkes de sana saygı gösterir. Korkudan hiçbir zaman iyi bir his doğmaz. Korkarak büyüyen, büyüdüğü zaman da korkutmak ister ama içindeki o korku hiç bitmez. İster binlerce kapının ardında bir kapıda dur, istersen en büyük piramidin tepesinde, korkusundan kurtulamamış bir zihin hayatının son gününe kadar korkmaktan ve korkutmaktan başka bir şey bilmez.
Cehennem gerçekten var mı yok mu, ne kadar yatarımız var bilemem ama sahipsizler için cehennem şu anda ve burada, onu hepimiz görüyoruz, biliyoruz, çünkü yaşıyoruz.