Google Play Store
App Store

Günlerin günleri kovaladığı, gerçekliğin yerini manasızlığa bıraktığı, adaletin bir özleme dönüştüğü, yaşamanın hayatta kalmaya evrimleştiği, dünyanın çok özel bir noktasındayız. Başımızdakiler sağ olsunlar, sonsuza dek daha da güçlü olmak isteyen açgözlülükleriyle hepimizin tepesine çıkmış, oturmuş ve oradan da ayrılmak istemeyen bir yaşama sevinciyle bizlerden sürekli daha sabırlı olmamızı, şükretmemizi ve güzel günlerin geleceğine inanmamızı bekliyor… Olaylar böyle gelişirken, yarınımız bugünümüzden beter bir hale gelmeye, çaresizken daha da çaresiz kalmaya, fakirken daha da fakirleşmeye ısrarlı ve umursamaz bir şekilde devam ediyoruz. Düdüklü bir tencerenin içinde mahsur kalan patates parçaları gibi günden güne artan sıcaklık ve basınç yüzünden daha da parçalanıyor, daha da yok oluyoruz.

Tarım arazilerini ısrarla betona banmış, ata tohumlarını yasaklamış, topraklarını ısrarla yabancı tohuma muhtaç bırakmaya yemin etmiş idaremiz ise denizlerden ferah, güneşlerden parlak bir halüsinasyon dünyasında yaşamaya devam ediyor gibi görünüyor.

∗∗∗

Aslında herkes her şeyin farkında iken, idarecilerimiz bitmeyen konvoylarında, sayısı bilinmez özel uçaklarında, özel helikopterlerinde ülkenin üzerinde, yanan ormanların çevresinde, sahil şeritlerinin en güzel yerlerinde turlarını atmaya devam ediyor. Şizofren bir gerçeklik algısıyla sürekli “Bizi kıskanıyorlar” ve “Dıjjj güçler” nidalarını ata ata dolaşıp, vatandaşın kafasına oyuncak, eline 200 liralık banknot ikramına devam ediyorlar… Eskiden satranç seti veriliyordu, yıllar içinde mevzuya ve halkın eğitimsizliğine uyanmış olacaklar ki, çok uzun süredir neyse ki vatandaşla iyice alay etmeyip satranç seti verme işini bıraktılar. Buna da şükür. Zaten şükürsüz bir günümüz geçmiyor. Hayatta kaldığımıza şükrediyoruz, eşimiz dostumuzun başına korkunç bir iş kazası gelmedi diye şükür ediyoruz, yıllardır neredeyse tek bir hazırlık bile yapmadığımız ama vergilerini topladığımız ve onlarla da yol filan yaptığımız deprem gerçekleşmedi diye şükürden şüküre koşuyoruz. Çok şükür hala hayattayız da her gün başka bir yerde, başka birimizi kaybediyoruz. Gün geliyor zam isteyen işçilere “Patronun selamı var” dedikten sonra kafaya diz basmalı kelepçe takan kolluklarımız, gün geliyor milyonlarca ton toprağın altında kalan ve umursanmayan madencilerimiz, ya da en basitinden “Bu işler böyle olmaz” dediği için keyfi bir şekilde tutuklanan vatandaşımıza, o da olmazsa Anayasa Mahkemesi kararına rağmen içeride tutulan canlarımıza, haklarımıza ve vatandaşlarımıza üzülür halde buluyoruz kendimizi.

Bu da yetmezse, ayrı bir canilik kapısını aralıyor, paramparça edilen sokak hayvanlarına isyan ederken buluyoruz kendimizi. Türkiye insanın kadere isyanının en demokratik merkezi değil de nedir? Tabii bizimkilere sorsanız, uçuyoruz, kaçıyoruz. Sürekli bir de “Bize iki ay verin”, “Bize birkaç gün verin” diye diye, ailenin kumarbaz ferdinin tüm akrabalarının paralarını alıp ortadan sıvışması gibi bir halin de içinde yaşıyoruz. İşin güzel kısmı kumarbaz akraba bütün paraları bitiriyor, ailenin tüm arsalarını, topraklarını, ağaçlarını, nehirlerini, evin içinde ne varsa ne yoksa hepsini satıyor, sonra gelip yine bizden para istiyor. “Bu sefer çözümü buldum IBAN atıyorum, bu sefer olacak.” diyerek bizi seri bir biçimde kandırmaya devam ediyor. Bizim halkımızın en güzel yanı da bu zaten. Kendisine her söylenene inanıyor ama yaşadıklarına bir türlü inanamıyor. Ailece harikalar diyarında gibiyiz. Anamız babamız bizi pek sevmiyor. Sürekli takıldığı birkaç eşi dostu dışında kimseyi de sevmiyor. Bizim altınlarımızı bozdurup arabasını yeniliyor, o sırada “Baba biraz para ver çok sıkıştık” deyince de yeni arabasının elektrikli camını indirip “Bizim de durumumuz iyi değil, biraz sık kendini” diyerek telkinlerin en güzeliyle bizi buluşturuyor.

Dev bir açık hava tımarhanesinde gibiyiz. Sağ olsunlar itibarımızdan tasarruf etmeye etmeye, dünyanın en vasıfsız pasaportlarından birine sahip olduk sürek içinde. Kimse bizi -misafirlik için bile olsa- ülkesine almak istemiyor. Oysa biz öyle yüce gönüllüyüz ki, tüm dünyanın en karanlık isimlerine uygun bir ücret karşılığında pasaportumuzu verip, ülkemizi mafyaların birbirleriyle hasbihal edebileceği seçkin bir cennet haline getirdik. Cennette zebaniler yaşıyorsa, cennetin de cehennemden farkı kalmıyor.