Çeviri artık daha önce olmadığı kadar gündemde. Belki biraz sosyal medyanın da katkısıyla, kimi çevirmenlerin adı ortada dolaşıyor. Kutlukhan ile ben de, bunca yıllık çevirmenlik tecrübesinden sonra (benimki, ayıptır söylemesi, 1964’de başlamış olsa gerek) Harry Potter sayesinde çeviri meşhuru olduk. Oysa ortak çeviri ikimizin de şahsi tercihi olmasa bile, favori ortak çevirimiz gene YKY’den iki cilt olarak çıkan, Alberto Manguel ve Gianni Guadalupi’nin ortak kitapları Hayali Yerler Sözlüğü’dür (Dictionary of Imaginary Places).


Çevirmenlerin adının/sesinin duyulmasıyla birlikte okul ziyaretlerimiz de başlamıştı. Kutlukhan’la birlikte hayli okul dolaştık. En çok Koç Okulları’na ve Şişli Terakki’ye gittik gibi hatırlıyorum. Sonra araya salgın girdi ve ziyaret faslı da sona erdi. Gerçi bir süre sonra Zoom ziyaretleri başladı ama okul görüşmeleri azaldı. Bu hafta ise Koç Okulları ile yine bir araya geliyoruz. Kutlukhan’la birlikte (ama ayrı bilgisayarların başında), 20 Ocak Perşembe 14.35-15.35 arası Koç Okulları’na konuk olacağız. Yaklaşık bir buçuk ay sonra, 5 Mart’ta ise benim okulum (ACG/Amerikan Kız Koleji 1963 mezunuyum) Robert Kolej ile bir söyleşimiz olacak. Bu söyleşilerin gençlerde çeviriye karşı bir heves uyandırmasını umuyorum. Çünkü her iki dile de hâkim olmalarını sağlayabilecek okullarda okuyorlar.

ÇEVİRİ BİLGİ İŞİDİR

Çeviri bir bilgi işidir elbette. Ama her şeyden önce de bir heves işidir. Benim çeviri yapmaya niyetlenmemin başlıca nedeni, okul yaşında okuduğum güzel İngilizce metinleri Türkçe’ye çevirip onlara herkesin ulaşmasını sağlamaktı. Çeviri konusunda yüksek eğitim görmedim ama minnet duyduğum biri var: saygın bir çevirmen olan Semiha Yazıcıoğlu. İki yıllık LCC Komple Sekreterlik kursunun çeviri hocasıydı. Günün tanınmış çevirmenlerindendi. Çok sakin, çok nazik, alçak sesle konuşan ama öğrencilerini etkileyen bir öğretmendi. Orijinal “cümleyi kuyruğundan yakalamak” tavsiyesini bugün de tutarım. İnsanı sentaks hatalarından da kurtarıyor. Yayın dünyasında bana katkısı olan arkadaşlarımın hakkını da inkâr edemem.

Çeviri, tıpkı o gün olduğu gibi bugün de zor bir iş. Her çevirinin kendine göre bir zorluğu var. Benim en fazla zorlandıklarım Hayali Yerler Sözlüğü ve Bruno Schulz’un bir hikâyesi olmuştu. Ancak yeni başlanan her çeviri keşfe açık bir meçhul ülke gibidir. Önceden okusanız (ki, daima okurum) da bu yabancılık kaybolmaz. Çünkü çeviri sadece bir metni çevirmek değildir. Bir yazara, belki bir edebiyat akımına hatta bütün bir kültüre aşina olmayı gerektirebilir. Sorumluluk da gerektirir, orijinalini okuyunca size iyi gelmiş bir metni başka bir dilde (bu örnekte, Türkçe) okuyacak olanlara da iyi gelecek şekilde çevirme sorumluluğu.

HİÇ KOLAY DEĞİLDİ

Ben bazı Time dergisi yazılarını bile çevirmeyi hayal ederken okuyanların da onları benim kadar sevmelerini düşünmüştüm hep. Henüz okulda, “orta” diyeceğimiz kısımdayken bile. Hatta o sıralarda Ankara Tarhan Kitabevi’nde keşfettiğim J.D. Salinger kitabı “The Catcher in the Rye / Çavdar Tarlasında Çocuklar” da (çeviri: Coşkun Yerli) bende ilk çeviri hevesi uyandıranlardandı. İyi ki zamansız bir şekilde çevirmeye kalkıp da moralimi bozmamışım. Gerçi bizim yaşlarımızdaki bir çocuğun, gönlümüze pek yakın gelen yakınmalarını aktarıyordu ama, o yaşlarda bir çocuk tarafından çevrilmesi hayli zor, sonucu da başarıdan uzak olurdu herhalde.

Şimdi de kolay değil, hiçbir zaman da olmayacak. Ama gerçekten keyifli, sırf o zorluğu aşmaya çalışmak bile keyifli. Çetin bir bulmacayı çözmeye çalışır gibi…

Öyleyse çeviri bize iyi gelir mi? İyi bir çeviriyse çok iyi gelir. Güvendiğim çevirmenler olmasa ben İngilizce dışındaki bize yabancı dillerde yazılmış unutulmaz kitapları nasıl okurdum?