Google Play Store
App Store

Devrimci belgesel yönetmeni Peter Watkins, geçen hafta (1 Kasım) yaşamını yitirdi. Mayıs 2022’de yayımladığım şu yazıyı bazı düzeltmelerle tekrar dikkatinize sunmak istiyorum.

∗∗∗

Politik sinemanın en yaratıcı, en açık sözlü yönetmenlerinden Peter Watkins’in, belgesel kamerasının olanaklarını kullanarak öykülerinin gerçeklik duygusunu artırmaya yönelik bir estetik tavrı vardı. 1966 tarihli The War Game/Savaş Oyunu’nda, atom bombası atılmış bir İngiltere’nin korkunç halini anlatırken sanki haber ve eğitim filmlerinden derlenmiş görüntüler izlediğimiz yanılsaması yaratıyordu. 1967’de yaptığı Privilege (Ayrıcalık), iktidarın ‘halkın gazı’nı almakta ve ideolojik manipülasyonlarda kullandığı Steven Shorter adlı bir şarkıcı hakkında bir sahte-belgeseldi (pseudo-documentary). Watkins bu yöntemle, seyircinin kendisine anlatılan öyküyü daha farklı bir bilinçle izlemesini amaçlıyor, anlatılanın sadece bir hikâye değil kendi gerçekliğimiz olduğu anlaşılsın istiyordu.

İnsan ve doğa düşmanı sağcı iktidarların kitleleri susturmak için neler yapabileceğini anlatan Punishment Park/Ceza Parkı da (1971) diğer Watkins filmleri gibi, aradan geçen 50 yıla rağmen ne yazık ki güncelliğinden hiçbir şey kaybetmiş değil. Nixon yönetiminin Vietnam işgaline karşı çıkan eylemcileri, eşit haklar peşinde koşan Afro-Amerikalıları, ataerkil toplumsal yapıya karşı çıkan feministleri, yani kısaca sağcı ve muhafazakar olmayan herkesi susturmak için yaptıklarını, gerçek bir yasa maddesinin hayali bir uzantısından yola çıkarak ‘belge’leştirmeye çalışan film, şöyle bir alıntıyla başlıyordu: “McCarran Kanunu olarak da bilinen 1950 İç Güvenlik Kanunu’nun 2. maddesinin verdiği yetkiyle, Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Meclis’ten onay almadan, ülke genelinde ayaklanma çıktığına karar verme ve ‘olağanüstü hal’ ilan etme yetkisine sahiptir. Başkan ayrıca sabotaja karışmasından şüphelenilen kişileri şüphe için yeterli gerekçe bulunduğu takdirde yakalatma ve alıkoyma yetkisine sahiptir. Yakalanan kişiler, kefalet hakkı tanınmaksızın ve kanıta bakılmaksızın mahkemeye çıkarılacak ve gerekli görüldüğü takdirde tutuklanarak cezaya çarptırılacaktır.”

Çok tanıdık geldi, değil mi? Çünkü faşizmin yüzü değişse de özü değişmiyor…

∗∗∗

Film boyunca, ABD, İngiltere ve ‘Batı’ Almanya’dan haberci ve belgeselcilerin kaydettiği mahkeme ve cezalandırma süreçlerini izleriz. Elbette bu görüntüler gerçek değildir ama anlatılanların gerçek olduğunu biliriz. Kaliforniya’nın güneyindeki çöllerde kurulmuş bir ‘sahra mahkemesi’nde faşist politikacılar, dinine ve milletine bağlı ev kadınları ve patronuna sadık işçilerden oluşan yargı heyeti, karşısına çıkarılan tüm muhalifleri suçlu bulur. Karar açıklanırken geçen şu diyalogları da çok tanıdık bulacaksınız:

“Davalılar davayı kabul etmemektedir. / Neye dayanarak? / Anayasanın 1, 4, 5 ve 14’üncü maddelerine dayanarak. / Reddedildi! / Anayasadaki bir maddeyi nasıl reddedersiniz?! / Sanığı susturun!”; “Mahkemeye olan saygım gereği, jüri üyelerinin görev ehliyetlerinin sorgulanmasını talep ediyorum. / Reddedildi!”; “Mahkeme kefaleti kabul edecek mi? Sanıkların bazıları aylardır hapiste tutulmaktadır. Daha niye tutuklandığımızı bile bilmeden… / Sanıkları susturun! / Kefalet talebi reddedildi!” ; “Red, red, red! Ağzınızdan başka laf çıkmadı! Daha niye tutuklandığımızı bile bilmeden.2 aydır hapiste tutuluyoruz. / Sanıkları susturun!”

Her biri 10 ile 21 yıl arası hapse mahkum edilen bu ‘hain’lere “Cezaevi mi yoksa Ceza Parkı mı?” diye sorulur. Bu irrasyonel mahkeme, rasyonel insanların Ceza Parkı’nı tercih edeceğini bilmektedir tabii; hazırlıklar da buna göre yapılmıştır. Ceza Parkı olarak adlandırılan çölde mahkûmlar, 3 gün içinde yaya olarak 97 kilometre ötede bir noktaya dikilmiş Amerikan bayrağına ulaşmak zorundadır. Yanlarında yiyecek ve içecek bulunmayan mahkumların ilerleyeceği yol işaretlerle belirlenmiştir. Verilen sürede bayrağa ulaşamayanlar ‘asıl ceza’larını çekecektir. Bu arada, mahkûmlar yola çıktıktan iki saat sonra polisler de peşlerine düşüp onları yavaşlatmaya veya durdurmaya çalışacaktır. Ceza Parkı’ndaki grubun hayatta kalma mücadelesiyle bir sonraki grubun yargılanmasını paralel kurguyla izleriz. Mahkeme çadırında mahkûmlar cezaevi yerine Park’ı tercih ederken, Park’ta gençlerin çeşitli bahanelerle tek tek katledildiğini görürüz.

∗∗∗

Harita üzerinde Gezi Parkı’ndan Silivri Cezaevi’ne (ya da, ‘Ceza Parkı’nı andıran havalı adıyla Silivri Ceza İnfaz Kurumları Kampüsü’ne) olan mesafe, eğer O-3’ten gidersem 88, O-7’den gidersem 97.5, D-100 üzerinden bir de Bakırköy’e uğrayıp Mücella’ya Cankat’la Beyza’nın selamını bırakırsam 99.5 km görünüyor. Ama Gezi Parkı direnişçilerinin hangi yoldan gideceği önemli değil; onlar geçtikleri her yeri Gezi’ye dönüştürecek. Uzun sürecek belki, ama olacak. Aradan kocaman üç yıl geçti. Bu ‘kocaman üç yıl’da Peter Watkins öldü, Beyza kanserle 4,5 yıllık mücadelesini yitirdi, oğlum ve ben haritada artık O-3, O-7 gibi yollardan uzakta yaşamaya başladık. Sadece Mücella hapisten çıkabildi; Çiğdem Mater, Tayfun Kahraman, Can Atalay, Osman Kavala, koğuşlarına atılan birçok yeni isimle birlikte hâlâ zulüm görüyor.

Aradan sadece üç yıl geçti. Bu ‘sadece üç yıl’da ülkenin hukuksuzluğu katlanarak büyüdü. Hatta Silivri öyle bir adaletsizlik anıtına dönüştü ki, Silivri Belediyesi ilçenin imajını zedelediği gerekçesiyle cezaevinin adının değiştirilmesi için başvurdu; orası artık ‘Marmara Ceza İnfaz Kurumları Kampüsü’ olarak anılıyor -Marmara Denizi de utanıyordur belki, ama n’eylesin, sesi yok... Yine de, Marmara da biliyordur her yerin direniş, her yerin Gezi olduğunu...