CHP hâlâ AB pazarlıyor!
Türkiye-AB ilişkileri, küresel düzlemde en uzun sürmüş, hatta hiçbir benzer örneği bulunmayan bir uluslararası oyalama/aldatma ilişkisi olarak tarihe geçmiştir.
Türkiye, 12 Eylül 1963’te İnönü Hükümeti döneminde AB’nin ilk biçimi olan Avrupa Ekonomik Topluluğu ile (bu yazıda hep AB olarak anılacaktır) bir ortaklık anlaşması (Ankara Anlaşması) imzalamış ve bu anlaşma 01.12.1964’te yürürlüğe girmişti. Yani hangi tarihten baksanız 60-61 yıllık bir ilişki var. Ancak ilişki neredeyse platonik bir düzeyde kalmış, arada söz kesmeler olmuş, bazen nişanlılık var gibi yapılmış ama evlilik hiç planlanamamış. Bilumum Doğu Avrupa ülkeleri onlarca yıl sonra tam üye yapılırken Türkiye’nin bu çerçevede adı bile geçmemiş.
Türkiye-AB ilişkileri, küresel düzlemde en uzun sürmüş, hatta hiçbir benzer örneği bulunmayan bir uluslararası oyalama/aldatma ilişkisi olarak tarihe geçmiştir. Bu aldatmacanın başka bir aldatmacaya/ikincil statülü bir ilişkiye evrilmesi elbette mümkündür ama üyelikle sonuçlanması artık gündem dışıdır.
ALDATMA ÇİFT TARAFLI AMA İKİYÜZLÜLÜKTE AB RAKİPSİZ
Bu tarifsiz oyalamanın asıl aldatıcısı kuşkusuz AB tarafıydı. Oyalamalara türlü gerekçeler de bulundu. 1960’larda Türkiye için başlatılan “Hazırlık Dönemi”, 1970’te gene bu çerçevede imzalanan ve 1973’te yürürlüğe girip 22 yıllık bir süre sonunda Gümrük Birliği’yle sonuçlanması planlanan Katma Protokol, vs. Bu arada 12 Eylül askerî rejiminin AB için sağladığı “ilişkileri dondurma” bahanesi. Ama AB ikiyüzlülüğü sınır tanımıyordu: 12 Eylül rejiminin en önemli gerekçelerinden biri IMF güdümlü 24 Ocak Kararlarının toplumsal tepkiler baskılanarak uygulanabilmesiydi. Türkiye’yi çok erken bir aşamada önce serbest ticaret sonra serbest sermaye hareketlerine yani ticari ve mali emperyalizmin açık sömürüsüne açacak olan 24 Ocak Kararları AB çevrelerinde hep hayırhah görülmüştü!
AB tarafı kararlı bir biçimde Türkiye’yi tam üyelik olmadan Gümrük Birliği (GB) rejimine çekmek istiyordu. Özal aklınca bu süreci hızlandıracaktı; 14.04.1987’de, Katma Protokolün öngördüğü süreler tamamlanmadan tam üyelik için AB’ye başvuracaktı. 18.12.1989’da AB Komisyonu görüşü, “Topluluğun kendi iç bütünleşmesi sağlanmadan yeni üye kabul edemeyeceği ve Türkiye’nin ekonomik/sosyal eksikliklerinin tamamlanmadığı” yönünde olacaktı. Aslında bu beklenen bir yanıttı. Muhtemelen Özal ve arkasındaki sermaye güçleri de başka bir sonuç beklemiyordu. Amaç, iç siyasete dönük elverişli bir araç elde etmekti. Yani ülke siyasetçisi de kendi toplumunu aldatmada sınır tanımayacağını belli etmiş oluyordu. Bu giderek siyasi klanlar arasında “kim daha AB’ci?” basitliğine kadar indirgenebilecekti.
Nihayet beklenen fırsat 1995’te yakalanacak, Katma Protokol’ün son yılında Türkiye-AB Ortaklık İlişkisi’nin GB ile sonuçlandırılması konusunda tüm düzen partileri uyuşacaktı. O kadar yaygın bir GB histerisi oluşacaktı ki, AB çevreleri bunu sanki Türkiye’ye bir lütuf yapıyormuş gibi pazarlama olanağını dahi bulabileceklerdi. GB, 01.01.1996’da yürürlüğe girdikten sonra AB tarafının Türkiye’den beklentileri esas olarak karşılanmış olacaktı. Yani GB tam üyelik yolunda bir ara durak olmaktan ziyade AB açısından bu süreci nihayete erdiren bir aşama olarak görülecekti.
YERLİ SİYASETÇİLER ALDATMA NÖBETİNİ DEVRALIYOR
Türkiye’nin siyasetçileri ise, başta dönemin koalisyon ortakları olmak üzere, GB rejimine geçişin “başarısını” kendilerine mal etme ve bunu tam üyelik yolunda muazzam bir adım olarak pazarlama derdindeydiler. Refah Partisi döneminde yer yer eleştirel konum takınıyormuş gibi yapan siyasal İslamcı hareketin AKP koluysa 2002’de iktidara hazırlanırken en AB’ci kesilen taraf olacaktı! Bu aldatmacanın doruğa çıktığı dönem, 17.12.2004 zirvesinde Başbakan Erdoğan’ın Brüksel’de “imtiyazlı ortaklık” denilen düşük statülü bir ilişkiyi de içeren “açık uçlu” müzakere süreçlerine evet dediği ve Güney Kıbrıs konusunda tavize zorlandığı bir karara imza atması olacaktı. AB açısından, GB sonrasında Türkiye’den alabilecekleri artık tamamlanmıştı. Güney Kıbrıs Rum Cumhuriyeti AKP’nin onayıyla AB’ye girebilmiş, Türkiye açık uçlu bir müzakere sürecine razı edilebilmişti. Tam üyelik sürecinin AB açısından sonuna gelinmişti. Ama Tayyip Erdoğan, Brüksel fatihi olarak gündüz vakti havai fişekler atılarak karşılanacaktı; Türkiye toplumunun sömürülmesi artık yerli siyasetçilere bırakılmıştı.
Toparlarsak, AB tarafı Türkiye’yi tam üye almak için hiçbir zaman istekli olmadı. 1996’ya kadar “istekliymiş gibi” yaptı; 2004’e kadar da bu komediyi kısmen sürdürdü. Ama sonrasında daha açık oynamaya başladı; Türkiye’nin Birliğe tam üyeliğinin imkânsızlığını 2004 sonrasında çeşitli resmî belgelere de taşımaya başladı. Gerçi 2005 sonrasında bazı müzakere fasılları açılarak sözde ilerleniyormuş gibi yapıldı; ama hepsi Türkiye’yi Batı çıkarları ekseninde tutabilmek içindi. Bu dönemde yayınlanan tüm Türkiye raporlarında IMF/DB programlarını sadakatle uygulayan AKP’ye övgüler düzülmesi de boşuna değildi. 2016’dan itibaren ise artık katılım müzakereleri göstermelik de olsa sürdürülemez oldu. Süreci tıkayan AB ülkeleriyken, suçlanan hep Türkiye tarafı oldu (AKP’nin AB’ye bahane yaratma becerisi ayrı bir konudur).
2016 sonrasında ikiyüzlülükte baskın taraf artık yerli siyasetçiler olmaya başlayacaktır. Sanki tam üyelik hâlâ mümkünmüş gibi yapmak veya tıkanmanın sadece AKP iktidarından kaynaklandığını sanmak, “biz gelirsek tıkanan süreci hızla aşarız” kof iddiasını sürdürmek, dünya egemen sistemi içinde yer tutmak konforunun dışına çıkılamadığını gösteriyor. Bir başka açıdan, hiçbir düzen partisi “kral çıplak” diyemiyor. AB’ye üyelik olasılığının tükendiğini itiraf etmenin yol açacağı siyasi tartışmayı göğüsleyemeyeceğini düşünen çapsız politikacılar bu bulvar tiyatrosunu sürdürmeye kararlı gözüküyor.
BUGÜN BİLE AB’Cİ OLABİLMEK NASIL BİR ŞEY?
Peki, bu AB gerçekten ne kadar demokrat? Liberallerin, dinci ve etnik kimlikçilerin AB’yi liberal demokrasinin Kâbe’si olarak görmeleri optik bir yanılgıdan ibaret olmayabilir. AKP’de somutlanan siyasal İslamcı siyaset, kendi iktidarını pekiştirmek için AB’yi araçsallaştırabilmişti. Şimdi artık “demokrasinin” tanımını kendisi yapabilecek duruma geldi. Ama AB’nin kimlikçi politikalarından, yerel yönetimleri ve federatif yapıları destekleyen, Kürt siyasi hareketine her zaman özel bir destek çıkan, tarikat yapılarını STK olarak gören pozisyonlarından medet uman anlayışlar tükenmiş değil.
Kapitalizm ile liberal demokrasi eşleşmesinin giderek tarihsel bir paranteze dönüştüğü bir dönemde “Avrupa” illüzyonunu devam ettirmeyi bir “siyasi faydacılık” ilişkisi üzerinden görme oportünizmi sürebiliyor. Gerçi AB’nin İsrail’in Gazze soykırımına açık destek vermesi ve Ukrayna savaşının uzaması ve yayılması için her türlü kışkırtmayı yapması sonrasında eski konumlarda ısrar etmek zorlaştı. Birçok AB ülkesinde ırkçıların/faşistlerin yükselmesi bir yandan, iktidardaki sosyal demokratların (Almanya, İngiltere) barıştan değil savaştan ve soykırımdan yana olmaları diğer yandan, AB’nin demokrasi cilasının fena halde döküldüğü bir dönemden geçilmekte.
Peki ama CHP Genel Başkanının “CHP iktidara gelince, 10 yıl içinde hızla AB’ye üye olacağız” (16-17 Eylül Balıkesir konuşmaları) söylemini nereye oturtacağız? NATO’nun bir barış değil savaş örgütü olduğu apaçık ortaya çıkmışken, Varşova’daki NATO Parlamenter Asamblesi’nde “NATO’nun Doğu Kanadının Güçlendirilmesi” başlığını taşıyan ve NATO’nun Karadeniz-Ukrayna-İsrail hattında güçlendirilmesi savunulan toplantıda CHP ve DEM adına katılan milletvekillerinden tek bir itiraz yükselmemesini olağan mı karşılayacağız?