Çocuk Hakları, çocukluk ve büyümek
Dünya Çocuk Hakları Günü dün tüm yurtta ve yavru vatanda coşkuyla kutlandı. Kutlamalara Narin cinayeti ve Yeni Doğan Çetesi damga vurdu. Birleşmiş Milletler Tarafından özellikle savaş, yoksulluk ve sefaletin hüküm sürdüğü coğrafyalarda yaşam mücadelesi veren çocukları korumak ve koşullarını iyileştirmek için 20 Kasım 1989 tarihinde sunulan koruyucu sözleşmeyi Türkiye bir yılı aşmadan imzalayan ülkeler arasındaydı. Bu sözleşme iktidar tarafından Türkiye’nin ev sahipliğiyle öncü olduğu İstanbul Sözleşmesi ile aynı kaderi paylaşarak henüz (!) feshedilmediyse de isimsiz Narin’ler, Sıla’larla dolu bir ülkedeyiz. Oysa dünya üzerinde çocuklara ait olan tek bayram Ata’mızın kurduğu cumhuriyetin çocuklara verdiği önemi işaret eden bir armağandır. Dünyada benzeri olmayan bu bayramın ülkenin demokrasiye adım attığı en önemli milli gününde kutlanması da özel bir tercihtir.
Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin ülkemizde tamamı ağır ihlallerle dolu 4 temel maddesi var. Dinleri, ırkları, kültürleri, yetenekleri ne olursa olsun tüm çocukların ifade ve eşit yaşam hakkına vurgu yapan Ayrımcılık yapmama. Çocukları etkileyebilecek her kararda Çocuğun üstün yararını koruma. Eğitim başta olmak üzere gelişmeleri süresince onlara potansiyellerini gerçekleştirebilecekleri fırsatları sunabilmek için Çocuğun varlığını ve gelişimini sürdürmesini sağlama. Düşüncelerini ifade etme hakkı çerçevesinde bilinçlendirme ve çocukların tercihlerine başvurulmasını öngören Katılım.
Şöyle bir bakalım. Siz de sadece rastladığınız ya da haber olabilme ayrıcalığına erişmiş (!) artık bu dünyada olmayan çocukların başına gelenler üzerinden örneklerle maddeleri karşılaştırarak hiçbirinin münferit olmadığını farkedebilir, sistemli bir düzenin toplum dizaynı için atılan adımları sezebilir, cezasızlık ve umursamazlıkla yerleştirilen ve bu ülkenin çocuklarına layık görülen geleceği görebilirsiniz. Onlara biçilen tek rol kindarlık ve sahiplik ilişkisi üzerinden kurulan bir gelecek. İktidara oy verecek yaşa gelene kadar bağımlı olacakları ve muhakeme kabiliyeti olmaksızın yetişmelerini garanti edecek toplumsal bir çember ve sonrasında cehaletle esir alınmış bir taraftarlık hatta gerekirse infaz memurluğu yapmaları ve nefes almaları yeterli.
Ayrımcılık doğum anından itibaren cinsiyetle birlikte başlıyor. Eğitim sistemimiz çocuğun üstün yararını korumak şöyle dursun Milli Eğitim Bakanı’nın laiklikle ilgili düşüncelerini fütursuzca dile getirmesiyle daha netleşen büyük karanlığın minik beyinlere yerleşmesini sağlayacak uygulamalarla dolu. Adeta çocuğun varlığını ve gelişimini sürdürmesini sağlamamak üzere her yeni Bakan atamasında, her dönemde daha da geri giden sistemsizlik sonuçları verilere de yansıyor. Örneğin orta öğretimde her on çocuktan biri okula gitmiyor. Örgün eğitimden kopuşla birlikte daha da gerileyen okula gitme oranından tutun, bilimden uzak müfredat, yetkinliği olmayan öğretmen atamaları, engelli ya da tutuklu çocukların eğitim erişim hak ihlalleri, çocuğun katılım hakkını ihlal eden zorunlu tercih baskılarıyla dolu uzun bir liste ve istatistikler anlatıyor her şeyi. Çocuk evlilikleri, çocuk yaşta yüksek doğum oranı, çocuk işçiler, kayıt dışı çocuk çalıştırma, çocuk yoksulluğu, çocuk ölümleri…
Tüik tarafından gerçeklerin gizlendiği, örtülü dataya göre bile oldukça kötü bir karne var. Bağımsız verilere bakıldığında tablo çok daha acı. Türkiye’de işlenen cinsel suçların %46’sı çocuklara yönelik. Çocuğun cinsel istismarında Türkiye dünya 3.’sü konumda. Her üç çocuktan biri derin yoksulluk riski altında.
Oysa çocuklar masal dinlemeli. Okulda deneyler yapmalı. Okul gezilerine katılmalı. Yeteneklerini keşfetmeli. Enstrüman çalmayı denemeli, sahnede bir piyeste rol gereği de olsa başka kişilere can vermeli, başka hayatları hissetmeli. Top oynamalı, yarışmalara/takımlara katılmalı. Kahkahalar atmalı. Deneyimleri sonunda birey olmalı. Hoşlandığı şeyleri bilerek, sevdiklerinin peşinde tercihler yapmalı.
Mustafa Varank sosyal medyada isminin anılmadığı bir fotoğraftaki benzerliği nedeniyle ironi içerikli bir paylaşıma çok sinirlenmiş. Sanırım benzerliğin o paylaşımda, o fotoğrafta değil de gerçekte çok başka sebeplerle bağdaşarak ismi anılmasa da kendisine çıkmasından duyduğu rahatsızlıkla Ataol Behramoğlu’nun yine kendi adını içermeyen yorumuyla çileden çıkmış. Mesela fotoğrafa bir şekilde Ataol Behramoğlu montajlanmış olsa kimse aldanıp da etkileşim vermez değil mi? Cehalet ve taraftarlık arasında tembelleşen, bilgisi sadece o günün gündeminde ve kendi takip ettiği fenomenlerden gelen kitleye bakınca ondan da emin olamayız ya! Zaten hemen troller, taraftarlar, yandaş medya köpürtmüş de köpürtmüş meseleyi. Bir teklifi olmuş Sn. Varank’ın; “Ataol! Şöyle yapalım mı? O fotoğraftaki ben isem derhal bütün görevlerimden istifa edeceğim. Ama ben değilsem ‘Yaşayan en büyük şair İsmet Özel'dir’ yazman yeterli.” Ataol Behramoğlu, lafı eğip bükmeden şaire yakışır dürüstlükte ve incelikte bir yanıt vermiş. “Fotoğraftaki siz değilseniz sizin adınıza sevinirim ve özür dilemeye hazırım. Bunu yapanı da ayıplarım. Yaşayan en büyük şair konusuna gelince, benim öyle bir hevesim yok. Çünkü kendini yaşayan en büyük şair sayan o kadar çok kişi var ki.”
Diyeceksiniz ki; neden buraya taşıyacak kadar önemsedin bu saçmalığı? Çünkü pek çok fırsatta bahsettiğim kültürsüzlüğü, cahilleşmeyi, cahilin cüretini, temelsiz ve mesnetsiz kibiri, erkin verdiği üstten dili gördüm bu iki üç satırda. Ataol! diye asker arkadaşına seslenir gibi hitabın üzerinde durmayalım hadi! İktidar politikasının iki kutuplu taraftar kapışmasından beslenen ayrımcılığını açıkça ortaya koyan bu teklif aslında kendi mahallesinin şairine de yapılan büyük bir saygısızlık değilse nedir? Şiir okuduğundan, iyi şair ile kötüsünü ayırdında olduğundan ya da böyle bir yarış olamayacağını bilmediğinden değil sadece “Sivas semalarında Sırp uçakları” salvosu nedeniyle yakınlık duyup benimsediği İsmet Özel ile solcu, muhalif bir aydını birbirine kırdırıp “gol atma” şehvetiyle yazılmış satırlar gerçeğimizin özeti. Hayri Kozanoğlu’nun “Ancak şiir okumamış, sanatla haşır neşir olmamış birinin yapacağı bir paylaşım. En büyük karpuz yarışması veya en yüksek enflasyonlu ülkenin saptanması mı bu? Farklı akımlara mensup, üslupları benzemez, ayrı temaları işleyen, değişik beğenilere hitap eden şairler pekâlâ bulunabilir!” yorumunu gördüğümde de şiir okumamış, şiirden koparılmış, şairleri hapsedilmiş ülkenin çocuklarını düşündüm. Hele bugünün eğitim sisteminde nasıl tutunacaklar hayata? Merhamet, şefkat gibi duygularla nasıl tanışacaklar bu öfkenin, saldırganlığın, yoksunluğun içinde.
Çocuklar şiir okusun. Edebiyatla tanışsın. Benim çocukluğumun Arkadaş Kitaplar’ı artık yok ama çoğu Can Yayınları’na aktarıldı ve yeniden basıldı. Kırmızı Kedi Yayınevi çocuk seçkisi dışında öğretmenlerle ve okullarla işbirlikleri sağlayarak daha çok çocuğu kitaplarla tanıştırmayı önemsiyor. Günışığı Kitaplığı dikkatimi çeken yayınevleri arasında. Çocuklara sundukları dünyalarda onları toplumsal olaylarla, yaşamın acı tatlı gerçeklerini kavrayarak baş etme bilinciyle geliştiren geniş bir seçkiye sahipler. Günışığı Kitaplığı “Her yaşın kitap seçme ve okuma özgürlüğünü savunuyor, edebiyatın insan yaşamındaki sihirli etkisini ve bu etkinin toplumsal barışa, huzura yansımasını önemseyerek; sansür ve otosansürle mücadele eden, çocukluğun, gençliğin baştacı edildiği, umut dolu, özgür bir ülke hayaliyle barış, adalet, eşitlik, hoşgörü ve sevgi için çalışıyor.” Yaklaşımlarını bu cümlelerle tanımlayan yayınevi Türkiye Yayıncılar Birliği 2022 Düşünce ve İfade Özgürlüğü Ödülleri Yayınevi Ödülü’ne de değer görülmüştü.
Ben şanslı bir çocuktum. Ailem beni yaşadığı yere sığmaz merakı ve cesaretiyle özgürleşen Küçük Kara Balık’la, toplumdan dışlanmış, fedakâr Fedor Amca’yla tanıştırmıştı. Ayrımcılık ve yaftalarla mücadele etmeyi Şişkolar ve Sıskalar’ı, Küçük İzo Mizo’yu okuyarak; hayal kurmayı Bir Şeftali Bin Şeftali ile öğrendim. Şimdiki Çocuklar Harika’la kahkahalar attım.
Masallar tuhaf şekilde kötülüklerle doludur. Çocukları gerçeklerle, kötülerle tanıştırır. Dünyaya hazırlar. Türlü duygularla eğitir, geliştirir onları. Çocuklar için masallarla başlayan kitap yolculuğu, öykü kitaplarıyla, kurgu edebiyatla devam eder. Nazım Hikmet, Nezihe Meriç, Oktay Akbal, Gülten Dayıoğlu, Aziz Nesin, İlhan Berk, Ayla Kutlu çocukları özgürlük, barış gibi kavramlarla tanıştırmış, birey olma bilincini öykülerin içinde haksızlıklarla, eşitsizlikle, acılarla onlara dünya görüşü sunmuş hatta siyasal bir bilinç de sunmuşlardır. Çocuklarımızın kitaplar kadar dil bilinci ve enginliğiyle de buluşmasını önemsemeliyiz. Cemal Süreya’nın Küçük Prens çevirisinde, Bilge Karasu’nun Peter Pan çevrisinde iğne oyası dikkati ve nakış işçiliği özeniyle sunduğu damıtılmış dil içinde seçilmiş sözcüklerin her biri yeri gelir başlı başına öğreticidir.
Bir Dünya Çocuk Günü’nü daha geride bıraktık. Tek gün içi boş kutlamalar yerine farkındalık için aracı olsun bu tarihler. Çocukların başrolünde olduğu bir enkazda uyanıyoruz her gün ve depremlerle sarsılmaya devam ediyoruz. Bugün ülkemizin en çok konuşulan iki gündemine iki önerim olsun. Anayasa ve sığınmacılar. Biri yetişkinlere ve yaşı uygun çocuklara biri de miniklere. İbrahim Kaboğlu, Çocuklar ve Anayasa kitabıyla çocukların bütün yasaların üzerinde olan anayasanın öncelikli muhatabı oluşuna vurgu yaparak “Anayasa yapım sürecine çocuklar da katılmalı, anayasa çocuklar yararına okunmalı, anlaşılmalı ve yorumlanmalıdır.” diyor. Yetişkinlerin gelecek kuşaklara karşı sorumluluğu üzerine uyarılarda bulunuyor. Literatür Yayınları da Tuğçe Tatari imzalı taze bir çocuk serisinin ilkiyle şanslı ve şanssız çocukların gerçeklerine işaret edecek. Aysun Altındağ’ın çizgileriyle siyah beyaz hayatlarla kırmızı hayatlar buluşacak.