Siyasal İslam’ın hem devlet aygıtı hem de tarikatlar üzerinden hem kamusal hem de özel alanda dayattığı karanlığı sadece İslamcıların değil, özellikle liberal ve muhafazakâr olarak nitelendirebileceğimiz ana akım kesimlerin de belli başlı savları ile dayattığını görüyoruz.

Çocuk, tarikat, devlet: Dayatılan karanlığa karşı aydınlık mücadelesi
Fotoğraf: BirGün

Gönenç Uysal

Türkiye bir süredir zorla ‘evlendirilmek’ dolayısıyla 6 yaşından beri istismara uğrayan H.K.G. davasını tartışıyor. H.K.G. her ne kadar 2020 yılında hem kendi ailesinden hem de evlendirildiği kişiden şikâyetçi olmuşsa da, dava basına ve özellikle sosyal medyaya yansıyınca halkın tepkisini ancak çekebildi. Yine basında ve sosyal medyada tartışıldığı üzere kamuoyunun bu tepkisi üzerine de savcılığın talebine rağmen mahkemenin önce sanıkların tutuklu yargılanmasını reddettiği dava tarihi erkene çekildi ve sanıklar tutuklandı. Altını çizmemiz lazım, H.K.G.’nin babası ve evlendirildiği erkek, siyasi ve ekonomik anlamda önemli yere sahip İsmailağa Cemaati’ne bağlı Hiranur Vakfı’nın mensupları.


İstismar ve ihmal, devlet ve tarikat/cemaat. Aslında H.K.G. davasında gördüğümüz bu iki aktörün, yani devletin ve tarikatların, çocuğa –ve kadına– kötü muamele konusunda sicilleri oldukça kabarık. Bu yazının konusu, devlet ve tarikat tarafından örgütlü olarak ihmal ve istismara maruz kalan çocuklar ve bu dayatılan karanlıktan nasıl kurtulabiliriz.

***

H.K.G. davası üzerinden siyasal İslam’ın, laik Türkiye’de –tasfiye çabalarına rağmen en azından Anayasa’da tanındığı müddetçe– bulanıklaştırarak dayatmaya çalıştığı karanlığı gözler önüne serebiliriz.

Türk Medeni Kanunu’nun 11. maddesine göre erginlik 18 yaşın doldurulmasıyla başlasa da; 12. maddesi ile 15 yaşını dolduran küçüğün ‘kendi isteği ve velisinin rızasıyla mahkemece ergin kılınabileceği’ kabul edilmiştir. Türk Medeni Kanunu’nun 124. maddesine göre ‘erkek veya kadın 17 yaşını doldurmadıkça evlenemez’. Ancak yine mahkeme, ‘olağanüstü durumlarda ve pek önemli bir sebeple 16 yaşını doldurmuş olan erkek veya kadının evlenmesine izin verebilir’. Türkiye, 193 devletin üye olduğu Birleşmiş Milletler’e (BM) kurulduğu 1945 yılından beri üyedir, insan haklarına dair bir uluslararası sözleşme niteliği taşıyan Çocuk Hakları Sözleşmesi’ne 1990’da taraf olmuş ve sözleşmeyi 1995’te yürürlüğe koymuştur. BM Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin 1. maddesine göre, ‘18 yaşından küçük ve kanunen ergin kılınmayan her birey’ çocuk kabul edilir.

Bu açıdan erginliğin, İslamcıların ergenlik gibi öznel, fiziksel ve psikolojik gelişimin devam ettiği, ataerkil ve sınıflı toplumları yeniden üreten dini dogmalara göre belirlenecek keyfi bir yaş yerine 18 yaş ile başlaması hem evrensel hem de ulusal/yerel bir nitelik taşımaktadır.

BM’ye bağlı olarak çalışan Dünya Sağlık Örgütü’ne göre çocuğa kötü muamele hem istismar hem de ihmali kapsar. Çocuk istismarı ise çocuğun bir yetişkin veya başka bir çocuk tarafından fiziksel, cinsel veya duygusal zarara maruz bırakılmasıdır. Bu açıdan H.K.G.’nin sadece evlendirildiği tarikat üyesi yetişkin erkek tarafından değil, aynı tarikatın üyesi babası ve annesi tarafından da yıllarca istismara uğradığını söyleyebiliriz. Öte yandan, H.K.G.’nin kendi ifadesine göre okula gönderilmediğini ve örgün eğitimden mahrum bırakıldığını göz önünde bulundurursak, vatandaşı olduğu ve bu açıdan onu korumakla yükümlü olan devlet tarafından da ihmal edilmiştir.

***

Siyasal İslam’ın hem devlet aygıtı hem de tarikatlar/cemaatler üzerinden hem kamusal hem de özel alanda dayattığı karanlığı ne yazık ki sadece İslamcıların değil, özellikle liberal ve muhafazakâr olarak nitelendirebileceğimiz ana akım kesimlerin de belli başlı savları ile dayattığını görüyoruz. Bu karanlığı, söz konusu kesimlerin başlıca savları ve bu savların somutta nasıl yanlışlandığını tartışarak gözler önüne serebiliriz.

Tarikatların ve cemaatlerin devlet tarafından kapatılınca yeraltında varlıklarını devam ettirdikleri savıyla başlayalım. Bu sav koca bir yalan değilse de koca bir yanılgı. Başka bir yazımda tartıştığım üzere devlet, sola ve sosyalizme karşı bizzat tarikatları ve cemaatleri desteklemiştir. Ayrıca devlet, metalaşma ve piyasalaşmanın derinleştiği dönemlerde barınma, eğitim, sağlık gibi bölüşüm ilişkilerinden çekildiği alanları doldurmak için de yine tarikatları ve cemaatleri kullanmıştır.

İkinci yanılgı ya da yalan ise tarikatların ve cemaatlerin toplumun geniş kesimlerince benimsendiği ve bu oluşumlara karşı herhangi bir laik girişimin toplumca ters tepeceği. Biz bu savın yanlışlandığını her çocuk ihmali/istismarı davasında gördük. Örneğin, 2016 yılında Adana Aladağ’da Süleymancıların kız yurdunda çıkan yangında hayatını kaybeden kız çocuklarının babalarından biri, devletin yurtlarının kapanması üzerine çocukların tarikat yurtlarına yeniden yerleştirildiğini anlatır. Yani, tarikat yurtlarına, okullarına, dershanelerine gönderilen çocukların aileleri kendileri tarikatları destekledikleri için değil, başka çareleri olmadığı için çocuklarını buralara gönderebilmektedir.

Üçüncü yanılgı/yalan ise devletin çocuk istismarı konusunda üstüne düşeni yapmadığı, çocukları ihmal ettiği. Biz bu savın aksine, tarikatlar söz konusu olduğunda siyasal İslam’la yeniden örgütlenen devlet aygıtının yasama, yürütme, yargı güçleri ile bir bütün olarak tarikatların yanında yer aldığını görüyoruz. Bunun en önemli örneği, Ensar Vakfı davası. Yine 2016 yılında Karaman’da Ensar Vakfı yurtlarında kalan 45 çocuğun istismarının görüldüğü dava sürecinde Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı “Bir kere rastlanmış olması hizmetleri ile ön plana çıkmış bir kurumumuzu karalamak için gerekçe olamaz” diyerek vakfa sahip çıkar. Yürütme erkini temsil eden Bakan’ın istismarı aklayan bir duruş takınması üzerine Meclis’te verilen gensoru oylamasında ise iktidar partisi milletvekilleri tek vücut olarak Bakan’ın arkasında dururlar. Dava sürecinde avukatların soruşturmayı Ensar Vakfı, KAİMDER, ve MEB’i de dahil ederek genişletilme talebi ise mahkeme tarafından reddedilir.

Altını çizmemiz gerekir ki, devlet aygıtının siyasal İslam’la yeniden örgütlenişi süreci özellikle yargı erki için derin çatlamalar ve yarılmalar getirmiştir. Yüksek yargının belli ölçüde laik reflekslerle hareket ettiğini görebiliyoruz. MEB’in Ensar Vakfı ile yaptığı protokollerin Danıştay tarafından reddedilmesi buna önemli bir örnektir.

***

4+4+4 ile laik örgün eğitimi hem dinselleşmeye hem de metalaşma ve piyasalaşmaya uygun olarak parçalayan siyasal İslam iktidarında okullaşma oranında kademeli bir düşüş yaşanmaktadır. Türkiye kapitalizminin sınıflı ve ataerkil doğasına uygun olarak kızlar eve kapatılmakta, oğlanlar ise oto sanayi veya tarım gibi sektörlerde işçilik yapmaya gönderilmektedir. Devlet eliyle beslenen tarikat okulları, yurtları, Kuran kursları, dershaneleri üzerinden dinselleşen sistem ve bu sistemi yeniden üreten tarikat/cemaat sermayesi. Bu sistem örgütlü bir ihmal ve istismara işaret eder. H.K.G. davasında aile üyeleri her ne kadar tarikatın yanında yer almışsa da Aladağ yangınında bir babanın “Biz fakiriz, insan gibi yaşamaya hakkımız yok, bizi cemaatlerin yurduna mahkûm ettiler” feryadı toplumun geniş kesimlerinin siyasal İslam’ın karanlığına boyun eğmeyeceğini göstermektedir. Aydınlık mücadelesi ancak sermayenin egemenliğine karşı emekçi sınıfların verdiği/vereceği örgütlü mücadelenin laiklik mücadelesiyle birleşmesiyle verilebilir.