Çok kutuplu dünyaya doğru
Süregelen küresel ve bölgesel güç mücadeleleri içinde Türkiye’nin rolünü, önümüzdeki günlerde daha etraflıca konuşmaya devam edeceğiz. Ama bu aşamada, Avrupa’nın Ukrayna’ya olası bir “barış gücü” göndermesi halinde Türkiye’nin hemen ortaya atılmasını anlamlandırmak kolay değil.

Donald Trump ve yardımcısı JD Vance’in, Zelenski’yi Beyaz Saray’da azarlama parodisinden sonra çok kutuplu veya çok merkezli bir dünya fikri iyice kabul görmeye başladı. ABD’nin Ukrayna konusunda Rusya’yla Suudi Arabistan’da masaya oturması üç yönüyle bu tezi güçlendirdi.
Birincisi, ABD Rusya’yı bir güç merkezi, pazarlık yapılacak bir ortak olarak gördüğünü ilan etmiş oldu. Aslında Trump’ın bu açılımı, 1971’de Moskova ve Pekin arasındaki gerginlikten de yararlanarak Richard Nixon’un Çin’le yakınlaşma, onu Rusya’dan uzaklaştırma hamlesine benzetiliyor. Bu kez, asıl stratejik hasım gördüğü Çin’den Rusya’yı koparma çabası söz konusu. Bu da 71’in mimarı dönemin malum dışişleri bakanının adıyla “tersine Kissinger” stratejisi olarak adlandırılıyor.
İkincisi, Avrupa’nın Riyad’daki görüşmelere çağrılmaması, 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana süren Atlantik İttifakı’nın sona ermesi, en azından eski haliyle devam etmemesi anlamına geliyor. Küresel güç savaşında giderek eli zayıflayan, ancak hala dünya üretiminin yüzde 21’ini gerçekleştiren AB ülkelerinin kendini yeni bir güç odağı olarak tahkim etmeyi denemesi kaçınılmaz görünüyor. Nitekim Avrupa Komisyonu hemen bütçe kısıtlarını gevşeterek 650 milyar avroluk bir fonu harekete geçireceğini açıkladı. Almanya’nın Sosyal Demokratlar ile koalisyon kurması beklenen yeni Şansölyesi Merz de 500 milyar avroluk bir altyapı yenileme hamlesi yanında, yapısal bütçe açığının GSYH’nin yüzde 0.35’inin üzerine çıkmasını yasaklayan borç frenini kaldırma atağına geçti. Rusya’nın Ukrayna işgaliyle Avrupa’nın iki yumuşak karnı; Moskova’ya enerji, Washington’a güvenlik bağımlılığı ortaya çıktı. Bir de bunların üzerine imalat sanayinin Çin’le rekabet edememesi, teknolojide atılım yapılamaması eklenince Avrupa kendilerinin de kabul ettiği bir varoluşsal bunalıma sürüklendi.
Üçüncüsü, görüşme mevkii olarak Cenevre veya Viyana gibi alışılageldik sükûnetli kentlerden birinin değil, Riyad’ın seçilmesi, enerji potansiyeliyle öne çıkan, Wahhabi bir baskı rejiminin sürdüğü Suudi Arabistan’ın bir bölgesel aktör olarak önemsendiğini, kurulmak istenen yeni dünya düzeninde “insan hakları, demokrasi, özgürlükler” gibi hassasiyetlerin pek de yeri bulunmadığını gösterdi.
2010’DAN BERİ ÇOK KUTUPLU DÜNYADAYIZ
İsterseniz bu noktada Transnational Institute’un yayımladığı Kapitalizmin Jeopolitiği kitabındaki, popüler ekonomi tarihçisi Adam Tooze ile Filipinli sol aktivist ve akademisyen Walden Bello arasındaki çok kutupluluk tartışmasına kulak verelim:
Tooze’a göre, 2010’lardan beri çok kutuplu bir dünyada yaşıyoruz. Ama ABD’nin güç ve egemenliğinin hala belirleyici olduğu askeri güç, küresel finans ve yüksek teknoloji gibi üç önemli alan bulunuyor. Özellikle yumuşak güç denen ABD’nin gücünün inandırıcılığı ve meşruiyeti yıpranmış durumda. Biden ve Ulusal Güvenlik Danışmanı Sullivan’ın Atlantikçilik projesini ihya etme çabaları sonuç vermedi. En belirgin örneği Çin olsa da, Endonezya, Türkiye, BAE ve Brezilya gibi başka aktörler de güç mücadelesinde belli eşikleri aşarak, çok merkezli (polycentric) düzende yerlerini alıyorlar.
Bello da Biden ve Harris’in liberal enternasyonalizm projesinin, ABD’nin askeri ve politik gücünü kullanarak dünyayı ABD sermayesi için güvenli hale getirmekte başarısız olduğunu söylüyor. Trump’ın ilk döneminde de belirtilerini gördüğümüz, liberal enternasyonalizm ile yolunu ayıran; tecritçi, küreselleşme karşıtı ve korumacı dış politikanın benimsendiğini öne sürüyor.
Bu anlayışın Trans-Pasifik Ortaklık anlaşmasının yırtılıp atılması, NATO yükümlülüklerinin bir yük olarak görülmesi, Japonya ve Güney Kore’nin ABD askeri şemsiyesinin altında kalabilmek için daha fazla ödeme yapması, Dünya Ticaret Örgütü kurallarının çiğnenmesi, IMF ve DB’nin kale alınmaması, Afganistan’dan çekilme görüşmelerinin başlatılması gibi pratiklerle somut biçimde karşılık bulduğunu hatırlatıyor.
Bello, Trump’ın politikalarının, liberal enternasyonalist projenin genişlemeci emperyalizminin zıddı, savunmacı emperyalizm olarak adlandırılabileceğini düşünüyor. Bu doğrultuda ithal ürünlerine duvar örerek, beyaz olmayan göçmenlere karşı çıkarak, gümrük vergilerinin dayatılması yoluyla Amerikan sermayesini yeniden ülkeye çekerek, imparatorluğun en azından çekirdeğini tahkim etmeye çalışıyor. Latin Amerika’yı ABD’nin etki alanı içerisinde kabul ediyor. Kanada, Grönland, Panama Kanalı ve Meksika Körfezi konusundaki tasavvuru da hep Amerika kıtasında odaklanma düşüncesinin uzantısı. (Geopolitics of Capitalism – State of Power 2025 Transnational Institute içinde).
KÜRESEL GÜNEY’İN YÜKSELİŞİ
Bu çok kutupluluk tartışmasının uzun süre devam edeceği ortada. “Söz konusu süreçten kim avantajlı çıkar ?” sorusu da cevabını bekliyor. ABD’nin en popüler strateji dergisi Foreign Affairs’de bir makale kaleme alan Brezilyalı akademisyen Matias Spektor’a göre, küresel güç mücadelesinin kazananı küresel Güney ülkeleri olacak. Yükselen ekonomilerin artan etkisi, Çin’in büyük bir güç olarak yükselişi, ABD ile Avrupalı müttefikleri arasında süren gerilim, bu ülkelere küresel güç ilişkilerinde kaldıraç sağladı. Onlar da bu ortamı BRICS gibi yeni koalisyonlar kurarak, bölgesel ittifakları güçlendirerek ve BM Genel Kurulu’nda daha etkin bir gündem izleyerek avantaja çevirdiler. Paris İklim Değişikliği Anlaşması’nın savunuculuğunu üstlenerek, İsrail’i Uluslararası Adalet Mahkemesi’ne havale ederek, büyük çoğunluğunu sömürgecilik sonrası kurulan Afrika, Asya, Latin Amerika ve Ortadoğu ülkelerinin oluşturduğu grup Batı egemenliğine meydan okuma cesareti ve küresel düzenin kurallarını yeniden belirleme iradesi sergilediler.
Spektor, Trump’ın “Önce Amerika” sloganlı dış politikasının, en olumsuz gelişmekte olan ülkeleri etkileyecek gümrük vergileriyle, onlar için önemli bir gelir kaynağı olan işçi dövizlerini yollayan göçmenlerin sınır dışı edilmesiyle bu kazanımları tehlikeye düşürebileceği görüşünde. Ayrıca küresel çevreci anlaşmalardan çekilmesinin iklim krizinden en fazla zarar gören küresel Güney ülkelerini etkileyeceğini vurguluyor. Uygulayacağı ekonomi politikalarının enflasyonu azdırmak, bu nedenle yüksek tutulmaya devam edecek faizler kaynaklı olarak, yoksul ülkelerin dış borç sorunlarını ağırlaştırmak gibi riskler doğuracağının da altını çiziyor.
Ancak Trump’ın uluslararası normlara husumeti, Güney ülkelerini daha etkin iş birliği yapmaya yöneltebileceği gibi, büyük güçler arasındaki çekişmeler, onları birbirine düşürerek pazarlık güçlerini artırabilir.
1950’lerdeki Bağlantısızlar Hareketi, 70’lerdeki BM çatısı altındaki G-77 grubu, OPEC’in kurulmasıyla doğal kaynaklar üzerinde Batı’nın egemenliğinin kırılması gibi olumlu örneklerden öğrenmek gerekiyor.
Brezilyalı akademisyene göre, gerçekçi olmak gerekirse, küresel Güney, Trump’ın dış politikasının keskin uçlarını törpüleyecek bir birlikten ve kaynaklardan yoksun. Trump yönetimi altında ABD hala emsalsiz bir etki gücüne, gündemleri belirleme ve uluslararası kuralları şekillendirme kapasitesine sahip. Ama küresel Güney’in dünya sahnesine bir özne olarak çıkması ve halklar arasında genişleyen jeopolitik bilinç, küresel güç dengelerinin dinamiğini temelden değiştirdi. İster Trump, ister sonrasındaki ABD hükümetleri olsun bir dönem marjinal kabul ettikleri bu ülkelerin politik ağırlıklarını görmezden gelemeyecekler. (Matias Spektor-Rise of Nonaligned: Who Wins in a Multipolar World? Foreign Affairs January/February 2025).
Elbet bu konuları, küresel ve bölgesel güç mücadeleleri içinde Türkiye’nin rolünü, önümüzdeki günlerde daha etraflıca konuşmaya devam edeceğiz. Ama bu aşamada, Avrupa’nın Ukrayna’ya olası bir “barış gücü” göndermesi halinde Rusya’nın yanı başındaki Türkiye’nin hemencecik gönüllü olarak ortaya atılmasını anlamanın ve anlamlandırmanın kolay olmadığını söyleyebiliriz. Olsa olsa şimdilerde çok diş biledikleri George Soros’un daha 2002’de dillendirdiği, “Türkiye’nin stratejik konumu nedeniyle en iyi ihracat ürünü ordudur” sözünü rehber edindikleri düşünülebilir.