Google Play Store
App Store

Tarikatların pervasız çıkışları, tehdidin büyüklüğünü ve geniş kitleler üzerindeki etkisinin küçümsenmemesi gerektiğini gösteriyor. Suriye’deki değişimle bu yöndeki etkinin artacağı tahmin edilebilir.

Çözülüşün panzehiri laikliktir

Sömürüyü doğal kabul edenler kapitalist sistemin kendi araçlarıyla ve yaklaşımlarıyla çöküşe engel olamayacağını bir türlü kabul edemiyorlar. Çöküşün zamanı, zemini, yönü, yöntemi tarihsel koşullara ve insan eylemine bağlıdır. Tarihi yapanların insanlar olduğu ama bunun Marx’ın 18. Brumaire’in girişinde belirttiği geçmişten gelen koşullara bağlı olduğunu anlatan ünlü cümlesinde gizlidir. Tarihin tekdüze ve sürekli ilerleme vaat etmediğini biliyoruz. Çöküş, çürüme, yozlaşma türünden “kavramsallaştırmaları” kullanırken, neyin çürümesi, neyin çöküşü sorularını sormadan ve muhtemel yanıtlar üzerinde yoğunlaşmadan, yapılacak genellemelerin yanıltıcı olacağını söyleyelim de kendi yaklaşımımızın çapı çerçevesi belli olsun.

Tarihte sık sık rastlandığı gibi sistemler, rejimler çöker, yozlaşır ve çürürler. Daha sonra yeni bir tarzda yeniden ayağa kalkabilir, yeni bir krize kadar değişmediklerine, temellerin yıkılmadığına, gelişmenin ilerlemenin sürüp gideceğine bizi inandırmaya çalışırlar. Özellikle siyasetçiler eski söylemlerinde ısrar eder, verdikleri “geçici rahatsızlık” için özürlerinin kabulünü isterler. Bu durumu kavramaya bir zemin oluşturması için aktaralım; burjuvazinin egemenliğinin çok yönlü sonuçlarını Marx Manifesto’daki olağanüstü ve eskimeyen cümlelerinde şöyle anlatır: “Üretimin durmadan altüst edilmesi, bütün toplumsal koşulların aralıksız sarsılışı ve bitmek bilmeyen bir belirsizlik ve çalkantı burjuva dönemini öteki bütün dönemlerden ayırt eder. Bütün kemikleşmiş, donmuş ilişkiler arkaları sıra gelen eskiden beri saygıdeğer tasavvur ve görüşlerle birlikte silinip gider; yeni oluşanlar ise daha kemikleşmeye fırsat bulamadan eskir. Katı olan her şey buharlaşıyor, kutsal olan her şey ayaklar altına alınıyor ve insanlar nihayet hayattaki konumlarına, karşılıklı ilişkilerine soğukkanlı bir gözle bakmaya zorlanıyorlar” (Çev. Nail Satlıgan, Yordam Kitap). Bu yaklaşım, ele almaya çabaladığımız konu açısından da çağlar aşan bir zenginliktedir ve şaşırtıcı bir şekilde günceldir.

Her çöküş ya da çürüme, yozlaşma bir önceki dönemi tanımlar. Çöküş, bir önceki dönemi, bir süreci anlatmak için iyi bir tariftir; sonraki dönemin yükselişini, kendi koşulları içinde zirveye tırmanışını anlatır. Bu bakış açısı ile örneğin sanayi devriminin, kuşkusuz farklı ülkeleri, coğrafyaları tektipleştirmemek koşuluyla, hem bir yükseliş ama aynı zamanda bir çürümenin yozlaşmanın tarihi olduğunu söylemek mümkündür. Tarihi gelişmenin yoğunlaştığı dönemlerde çöküş ve yükselişin iç içeliği daha bir gözle görülür hale gelir. Fransız Devrimi ya da Sovyet Devrimi gibi devrimler de kendi içlerinde inişli çıkışlı krizlerle var oldular. 1789 ile 1794 arasında Fransa’da devrimin siyasal gelişme çizgisi insan hakları kavramı kapsamında değerlendirilmiştir ama bu kısacık 5 yıllık dönem krizlerle, siyasal ahlaki çözülüş ve devrimci çıkışlarla tanımlanabilecektir (Dönemin kapsamlı bir analizi için Ateş Uslu, Siyasal Düşüncelerin Toplumsal Tarihi, 3. Cilt, Yordam Kitap). Sovyet devrimi de ilk başlardaki görece kısa bir süreye sığmış devrimci yükselişle, ama daha sonra uzun vadelere yayılmış krizlerle ve yol arayışlarıyla sürmüş, dünyanın karşılaştığı en ileri devrim içeriden siyasal ve toplumsal yozlaşma, dışarıdan emperyalist kuşatma ile tarih sahnesinden çekilmiştir (Konuyu daha çöküşün ilk yıllarında Yalçın Küçük Sovyetler Birliği’nde Sosyalimin Çözülüşü adlı çalışmasında tartışmaya sunmuştu. Tekin Yayınları). Bu kapsamda 70 yıllık tarihsel varoluşun hiç unutulmaması gereken olumlu mirasıyla, sosyalist ülkelerin deneyimleri ile yetinmek, siyasal ve toplumsal çürümeyi görmezden gelmek doğru olmayacaktır. Siyasal alanda kendini gösteren, sonuçları bu alanda somutlaşan çürüme, yozlaşma kuşkusuz yalnızca siyasal alandaki belirtiler ve sonuçlarla anlatılamaz. Bu türden krizlerin toplumsal bir karşılığı da kaçınılmaz olarak vardır ve görmezden gelinemez. Benzer toplumsal yozlaşma emareleri, alanın tümüyle boşaltılmış olduğu kanısıyla kendini rakipsiz ilan eden kapitalist dünyada daha belirgin ortaya çıkmaya ve kendini daha cüretkâr biçimlerde göstermeye başlamıştır. Aslında 1929 büyük bunalımı toplumsal çürüme ve yozlaşma siyasal çözümsüzlük ekonomik çaresizlik olarak uzunca bir süre tüm dünyayı etkiledi. Ama Almanya’nın yine çürüme ve yozlaşma ile birlikte var olmuş Nazizmin yenilgisi sonrası Batı kapitalizmi unutkanlığın örtücü gücü ile ve savaşları yaygınlaştırarak, enerji kaynakları üzerindeki doğrudan ya da dolaylı egemenliği ile kendini toparlamayı, bunalımı ertelemeyi başardı.

Çürümeyi yozlaşmayı kendi içinde taşımayan bir sisteme, rejime dünyamızın tarihinde henüz rastlamadık. Böyle bir ütopyanın varolan sistemlerin, rejimlerin büyüme ve çürüme çağını, bilimsel gelişmenin yarattığı olumlu koşullarda geride bıraktıklarında gerçekleşebileceği söylenebilir. Bu nedenle bilimlerin gelişiminin toplumsal hayatla kesiştiği noktalar umut ışığı yaratır. Ama böyle bir döneme geçildiğini söyleyen bilimciler sistemin dikte ettiği çerçeveden çıkabiliyor, gelecekle ilgili kuşkulardan kurtulabiliyorlar mı; yoksa kuantum çağı da toplumları devre dışı bırakan, kitleleri cehaletin, yozlaşmanın, çürümenin, çöküşün kollarına terk eden bir çağ olarak bizi korkutmayı sürdürecek mi, henüz bilmiyoruz. Toplumsal çürüme, yozlaşma, etkisini ağırlıklı olarak halkları derinden etkileyen krizlerle, geçmişe göre daha pervasız bir şekilde kurgulanan yönetilen ve yönlendirilen kitlesel kırımlar ve yaygınlaşan savaşlarla gösteriyor. Çıkışsızlık, sorunlara bireyden başlayarak toplumun alt tabakalarını derinden etkileyen çaresizlik siyasal önderliklerin ortadan silinmesi ya da umut vermemesi, sınıf pusulasının gerçeklikle buluşamaması, çıkış yolu arayan kadınları, gençleri, bugüne kadar sorunlara çözüm bulma sorumluluğu yüklenmiş erkekleri ne yapacaklarını bilemez hale getiriyor. Cehaletle savaşmakla laikliği savunmanın bir ve aynı şey olduğunu anlamak yozlaşmanın önünü kesmenin biricik yoludur.

Türkiye pek çok yönden iç içe görünüm verdiği bir çatışma sarmalının içinde. Ekonomik bunalım, yurtdışına nitelikle işgücü göçüne yol açtı. Dışarıdan güneyden ve doğudan özellikle de Suriye’den gelen göç ise yalnızca ekonomik olarak değil. Siyasal İslamcı hareketleri, tarikatları siyasetin etkin özneleri haline getirdi. Tarikatların pervasız çıkışları, tehdidin büyüklüğünü ve geniş kitleler üzerindeki etkisinin küçümsenmemesi gerektiğini gösteriyor. Suriye’deki değişimle bu yöndeki etkinin artacağı tahmin edilebilir. Sokaklar güvenli olmaktan çıkalı epeyce oldu. Uyuşturucu ticaretinin sınır ötesi kaynaklı tırmanışı korkutuyor. Suç örgütleri üyesi olarak yakalananların sayısı yakalanmayanların istatistik olarak daha fazla olduğunu gösteriyor. Çıkışsızlık öncelikle gençleri etkiliyor. Abartmış olmayalım ama bütün bunlar hoşumuza gitmese de yozlaşma belirtileridir. Peki, bu durumu saptamak ne işe yarıyor? İlk önce söylemekte yarar var; sorunu tüm cepheleriyle görmez, kendi kabuğumuzun içinde geçici olduğu kesin konforun tuzağına düşersek, çözümü de görmeyecek, görmek istemeyeceğiz. Tuzağa düşmez, görmeyi başarır daha önemlisi çürüme, yozlaşma belirtilerini daha baştan saptayıp çözüm arayışına girebilirsek, yine çok yönlü ve ağırlıkla siyasal çıkış yollarını ve araçlarını bulma yaratma olasılığı da güçlenecektir. Bir cümle daha ve bitirelim: Tartışma iyidir, iyi olmayan, kesin hüküm içeren cümlelere takılıp kalmaktır.