Önce coşkulu umut ardından derin hayal kırıklığı. Kısa süreli öfkeyi izleyen durun hala umudumuz var direnci, büyük çaba ve yine hayal kırıklığı. Tabi ki çok zor bu duygularla baş etmek. “Ateşi ve ihaneti gördüğümüz” bir iki hafta geçirdik.

Evet, bir arada yaşayabileceğinden artık pek de emin olunamayacak bir bölünme ile karşı karşıyayız. Eğer Türkiye asgari demokrasi rejimi ve demokratik bir anayasa ile yönetiliyor olsaydı bu yarı yarıyalık çok önemli olmayabilirdi. Ortak ilkelerde anlaşmış bir toplum da oylar birbirine yakın olunca aralarında küçük farklılar olan ama kendisini tek bir toplum olarak gören bir ülkeden söz ediyor olurduk. Oysa şimdi Türkiye ikiden fazlaya bölünmüş ve parçalarının bir arada yaşamak istediğinden emin olunamayan “topluluklara” dönüşmüş durumda. Üstelik iç içe yaşamak zorundalar.

Seçim sonuçlarını iki renkle gösteren haritalar hem yanlış hem de tehlikeli bir algıya yol açıyor. Sanki batı ve kıyıları ile orta kesimleri ile kuzey kıyıları iki ayrı küme gibi bir izlenim doğuruyor. Güneydoğu bölgesi de üçüncü küme oluyor. Oysa hemen her ilde farklı görüşte insanlar iç içeler, kapı komşusular. Ve yurttaşlarına eşit davranmayan bir iktidarca yönetilecekler. Demem o ki, örneğin İzmir’de azınlıkta olan iktidar yanlıları iktidarın korunması altında olacaklar ama Erzurum’daki muhaliflerin hayatları çok daha zorlaşacak.

Her değişken için böyle ama kadınların hayatı ve özgürlükleri boyutunda bu fark çok hayati olacak. Erzurum’da yaşayan muhalif bir kadın, özgürlüğünü devletin koruyacağından emin olamayacak. Daha önemlisi örneğin türbanlı ya da çarşafı bir kadın da türbanını çıkarma kararı verirse devletin onu ailesi karşısında savunacağını hissedemeyecek. Cannes’da en iyi kadın oyuncu ödülü alan Merve Dizdar’a iktidar, devlet kurumları ve iktidar destekçilerinin verdikleri tepkiye bakın. Üstelik seçim daha sonuçlanmamıştı. Onlardan olmadığını düşündükleri bir kadına etmedikleri hakareti bırakmadılar. Kendilerinden olmayan kadınların haklarını savunacaklarını beklemek saflık olacaktır.

Hal böyle olunca ve rejim asgari demokrasi koşullarının bile sağlamıyorsa bu farklı gruplar bir arada nasıl yaşayacaklar? RTE’nin %50 küsür oyla bağdaşmayan olağanüstü yetkileri var ve bu kez Meclis’te Anayasa’yı değiştirebilecek bir sayıya erişme olanağı da görülüyor. Çok partili dönemin en sağcı, en gerici meclisi ile çalışacak. Dinci, sağcı bir lider ve ona tabi bir Meclis hem de çok ama çok ağır bir ekonomik kriz döneminde!

Bu durumu daha da tehlikeli hale getiren RTE ve Meclis çoğunluğunu bu oranda seçenlerin ağırlıkla yoksullar ve eğitimsizler olması. Muhalifler onlara göre aslında görece daha rahat koşullarda yaşayanlardı. 14 Mayıs sonrası az da olsa görülen ve hayal kırıklığına tepki olarak değerlendirilen bir ruh hali vardı. “Ne halleri varsa görsünler ben onlar daha rahat koşullarda yaşasınlar, yoksul olmasınlar diye uğraşıyordum, onlar gidip kendilerini yoksullaştıranları seçiyor, bundan sonra acımam kimseye” yargısı! Bu bakışın önümüzdeki dönemde tepkiden kalıcı karara dönüşmesi yoksullarla görece orta sınıf eğitimli kesim arasında politik bir kopmaya yol açabilir. Zaten daralan ve çok küçük bir oranda olan orta sınıf, alt sınıflarla duygusal bağını koparırsa bir tür “amerikanlaşma” tamamlanmış olacaktır. Toplumsal dayanışmanın yerini komşusunun açlığını dert etmeyen insanlar alacaktır.

Alt sınıflardan eğitim vb yollarla orta sınıfa yükselme umudu ya da olanağının ortadan kalkmasıyla da “lümpenleşmiş bir çoğunluk” ve otoriter bir yönetim ikilisi oluşacaktır. Bu ikilinin neye yol açabildiğinin tarihte örnekleri çok hele de yoksul bir ülkede.

Bu açmazı çözebilecek, gidişe dur diyebilecek tek güç sol ve sosyalistler. Ancak bu dönem sol ve sosyalistlerin kendilerini anlatabilecekleri, örgütlenebilecekleri ve çoğalabilecekleri bir ortam neredeyse yok gibi.

Tamam tabiki çalışacağız, vaz geçecek halimiz yok. Ama şunu da bilelim, zor günleri geride bıraktık ve daha da zor günlere geldik. Umudu kesmeyelim, umut bize şimdi bu zor zamanda gerekli. Umutsuz yaşanmıyor.