Daha ne olsun?!
Türkiye, hukuk ve demokrasi açısından bir kez daha kritik bir eşikten geçiyor. Devlet kurumlarını kendi ideolojik bakış açısına göre dizayn eden iktidar, şimdi kendi muhalefetini dizayn etmeye çalışıyor. Belki de zehirlenen muhalefet liderleri veya pencereden atılarak öldürülen muhalif gazetecilere henüz şahit olmadığımız için, hala işleyen bir demokrasimiz olduğunu düşünenlerimiz var. Küçük Amerika’dan küçük Rusya’ya geçiş hızı görülmez olmuş. Fransız yönetmen Mathieu Kassovitz'in La Haine filmi 50. Kattan düşen bir adamın hikâyesi ile başlar. Adam her kattan sonra kendini rahatlatmak için, sürekli şöyle der: "Buraya kadar her şey yolunda. Buraya kadar her şey yolunda..." Nihayetinde yere çakılır ve şöyle bir cümle duyulur: Önemli olan düşüş değil, yere çarpıştır!
Ekrem İmamoğlu’nun seçildiği günden bu yana maruz kaldığı sistematik engellemeler, son olarak diplomasının iptal edilmesi ve ardından gözaltına alınmasıyla yeni bir aşamaya ulaştı. Bu bize, iktidarını uzun süredir halk iradesinin ve demokratik değerlerin doğrudan hedef alınmasıyla koruyanlarla yapılan ve yapılacak tüm müzakereler için sağlam bir turnusol örneği sunuyor. İmamoğlu 2019 İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimlerini kazandığından beri halkın iradesini kabullenemeyen iktidarın kıskacında. AKP’nin baskılarıyla Yüksek Seçim Kurulu tarafından iptal edilen seçim 23 Haziran’da yenilendiğinde iptal kararını alanlar 2015 seçimlerinde olduğu gibi baskıyla sonucu değiştirebileceklerini düşünmüşlerdi. Çünkü bunu yapabilmişlerdi! Yüzde 10 gibi o gün için anlamlı bir farkla geriye düştükleri seçimin iptalinde güçlü bir itiraz ya da irade gelişmemişti. İmamoğlu’nun bu kez 800 bin farkla tekrar kazanacağını öngörseler onun önünü daha da açacak bu kararı almazlardı diye düşünüyorum. O sarı öküzü verme öyküsünü çok anlatan, çok uyaran olduysa da kayyumlar ana muhalefete sıçrayana değin; o mahallenin, şu mahallenin gazetecisi derken her mahallenin gazetecisi hatta magazin muhabiri bile tutuklanana değin geçiştirme hali salt siyasetin konforlu makamlarını korumak adına sürdürüldü. İşte şimdi artık memlekette her an herkes ‘terörist’ ilan edilebilir. Herkes suç örgütü lideri olabilir. Hatta suç örgütü liderleri de kurucu önder sıfatına bir anda geri dönebilir.
İktidar günün gereği hukuksuz hamlelerle kendi içinde son derece tutarlı davranıyor. 2015’te seçim iptali, 2017 referandumunda mühürsüz oyların geçerli sayılması, 2018’de Anayasa’ya aykırı olsa da tüm yetkinin tek kişiye Başkanlık Rejimi’yle teslim edilmesi, ülkenin yasalarla değil Ohal KHK’larıyla yönetilmesi, tek adama sınırsız ve partizan yetki verilmesi, 2019’da aynı zarftaki 4 pusuladan 1'i geçersiz sayılıp sadece iptal edilmek istenen sonuca göre hareket edilmesi, kriminalize edilen siyasi partinin seçmeninin iradesinin kayyumlarla yok sayılması, 2023’te Can Atalay’ın hukukun gereği çok açık olan anayasal hakkının yok sayılması, AYM, AİHM kararlarının keyfi olarak uygulanmayışı ve en nihayetinde “diploma darbesi”! Şimdi karşımızda eskisinden farklı olan tek durum var. Artık sivil darbe öyle kılıfına uydurularak değil usulsüzlüğü, iftirası, uydurmacasıyla alabildiğine sıradan ve apansız karşımızda.
Belediye yetkilerinin kısıtlanmasıyla İBB’nin finansal kaynakları sınırlandırıldı, devlet bankalarından kredi alması engellendi, belediyeye ait vakıflara aktarılan bütçeleri kesildi. “Tasarruf tedbir” gibi yaptırımlarla hizmet alanları kısıtlanır, bürokrasi sopasıyla etkisizleştirme politikaları yürütülürken bu tuzağa ilk düşen yerel yönetimlerden sorumlu yöneticiler oldu. CHP’li yerel yönetimlere bakanlıktan bile önce, tasarruf tedbire uyma talimatları yollanarak durum “normalleştirildi”, kabullenildi. Siyasi muhakeme ve tecrübesi olmayan ama yönetime bağlılığı garanti adaylar belirlendiği için birçok belediye başkanı kamu hizmet kurumu olmanın bilinci ve toplumsal belediyecilik gereği olan kavrayıştan yoksun; borçsuz belediye, kâra geçen belediye, iktidarla sorun yaşamayan belediye peşinde şirket yönetir gibi yol / su / kanalizasyon / çöp işleriyle başarı tanımlar oldu. İşte bu süreçte engellemelere karşın toplumcu belediyecilik adına geri adım atmaksızın mücadele eden ve korkusuzca meydan okuyan derde derman hizmetleriyle konuşulan ve başarısını büyüten Ekrem İmamoğlu her geçen gün iktidar için daha büyük bir tehdide dönüştü. Kent Lokantaları, kreş çıkışı, öğrenci yurtları, kültürel gelişim ve dönüşüm için atılan adımlar, kütüphaneler gibi örnekler kendini anlatıyor. O zaman hukuki kıskacın daraltılması kaçınılmaz oldu. YSK üyelerine hakaret davası, ihaleye fesat davası, İBB çalışanlarından bazılarının terör örgütleriyle bağlantılı olduğu iddiasıyla açılan soruşturma ve sahte diploma iddiası!
Bu gelişmeler, hukukun muhalefeti susturmak için nasıl araçsallaştırıldığını gösteriyor. Peki, tüm bunlar yaşanırken muhalefet nasıl bir refleks gösterdi? Kanımca en büyük siyasi yanlış siyaseti adaylığa sıkıştırmak oldu. Erken seçim kararı alma iradesi zaten tek kişideyken; ülkenin sayısız sorununu konuşmak yerine programı ve geleceği belirsiz bir süreç inşa edildi. Önce, ‘kim aday olacak?’ tartışmasıyla zaman yitirildi. Adından AKP ve MHP bloğu, seçim sürecini yönetme ve muhalefeti dağıtma konusunda bilinçli bir strateji izlerken, net bir politik program sunmadan yapılan “erken seçim” çağrıları parti içinde ayrışmaya bağlı çıkışlar ve içe dönük hamlelerle maksadına erişemeden farklı bir tartışma malzemesine dönüştü. Buna bağlı olarak Ekrem İmamoğlu, tek aday olarak ön seçime veya daha doğru bir tabirle eğilim yoklamasına süreç içinde yönlendirilerek; zaten önü başarılı belediyeciliğinin olumlu etkileriyle ve rüzgârıyla kuvvetle açık olan CB adaylığı yapay bir tartışmaya açıldı ve onu daha da açık bir hedef haline getirdi.
İmamoğlu’nun hukuki yollarla siyasetten tasfiye edilme girişimi, Türkiye’de muhalefetin susturulması yönündeki ilk hamle değil. CHP, geçmişte de iktidara yaklaştığı her dönemde birçok tehditle karşı karşıya kaldı. 1991 yılında, Anayasa Mahkemesi’nde CHP hakkında kapatma davası açıldı ve partiye yönelik suçlamalar yöneltildi. Bugün de muhalefet üzerinde kurulan baskı, benzer bir siyasi tasfiye sürecinin devam ettiğini gösteriyor.
Peki Muhalefet ne yapıyor? Ne yapmalı?
En baştan beri değişimin ideolojik ilkelerle uyumlu bir dönüşüm ile mümkün olabileceğini söyleyenlerdenim. Kişilerle değil, tüzükle, programla ve kronik alışkanlıklarından arınmış yeni bir yönetim anlayışıyla gerçekleşecek sahici bir değişimi pek isteyen olmadı. Kemal Kılıçdaroğlu’nu sağcıları partiye getirmekle, sağdan oy almak için sol değerlerden ödün vermekle suçlayanlar hem de Kılıçdaroğlu’nun karar verici kurmaylarıyla el ele “normalleşme” ve müzakere kapılarına dizildiler. Yakalara takılan rozetler dudak uçuklatırken partinin öz evlatlarından gelen her eleştiri “kişisel” algılandı. “Ekipten” olmayanın düşmanlığı olarak yaftalandı. Uyarılara, tavsiyelere kulaklar tıkandı. Çember daraltıldıkça daraltıldı. Kurultayda vaat edilen ön seçim ve tüzük değişikliği ola ola tek adaylı ve hukuki bağlayıcılığı olmayan CB adayı önseçimine vardı. Siyaset hep önü ardı planlanmayan cin fikirli çıkışlara ve popülist laf ebeliğine kurban edildi. CHP örgütünün ön seçim heyecanı bile araçsallaştırılarak yapay bir rüzgârın peşine düşüldü. Geçmişte mühürsüz oy pusulalarına itiraz edilmeyişi gibi ihmaller eleştirilirken hızlı sönümlenen toplumsallaşamayan eylem girişimleriyle yerel seçim başarısının ardından kuvvetli siyasi mesajlar verilmesinin önü kesildi. Sokağı diri tutmak adına yapılan mitingler iktidar eleştirisinden öteye bir mesaj veremedi ve toplumsal katılım kabulüne erişemedi. Adalet Yürüyüşü’nün geniş katılımlı etkisi gücünü Gezi direnişi gibi toplumun farklı kesimlerinin mağduriyet ortaklığı ile kucaklaşmasından alıyordu. Oysa yeni dönem girişimleri hep kendi tabanında kaldı ve ne yazık ki orada bile sürdürülebilir olamadı. Geçmişte “alkışlıyoruz” kampanyası, elektrik faturasını ödememe gibi etkisiz ve karşılıksız kalan girişimlerinin yerini ışık söndürme, kırmızı kart gibi katılımı planlanmamış yetersiz eylemler aldı. Esenyurt Belediyesi önünden bile kalıcı ve etkili bir sesleniş sürdürülemediğinde art arda kayyum atamaları sıradanlaşarak belki de nasılsa kalıcı bir itiraz yok algısıyla daha da olanaklı hale geldi.
Ekrem İmamoğlu’na yönelik bu süreç, sadece tek lidere yönelik siyasi bir operasyon değil, Türkiye’deki demokrasi krizinin bir göstergesidir. Seçimle elde edilemeyen zaferin, hukuki yollarla alınmaya çalışılması, demokratik değerleri aşındırıyor. Ancak özellikle de ana muhalefet partisinin bu tablo karşısında nasıl bir mücadele yürüteceği, sadece bir seçim stratejisi meselesi değil, aynı zamanda Türkiye’de muhalefetin geleceğini belirleyecek bir kırılma noktası. Artık süreç ‘üyelik çağrısı’, ön seçim oylaması’ gibi adımlardan yani toplumsal algıda başlamadan olanaksızlaştırıldığı yerden kurtarmalı. Türkiye’nin demokratik geleceği için, hukukun siyasallaşmasına karşı durmak ve muhalefetin susturulmasına yönelik girişimlere güçlü bir tepki göstermek hayati önem taşıyor. Aksi takdirde, demokratik değerler ve hukuk devleti ilkeleri geri dönülmez şekilde zarar görecek. Sistem çoktan değişti. Bunu görmek ve buna göre mücadele belirlemek gerek.
Hayır! Söylendiği gibi ne yargı ne sandık ısrarı tek başına yeterli değil. Görülmesi gereken herkesin özlediği “barış” için müzakere sürerken kent uzlaşısı, HDK gibi yeni suçlar ve suçlular tanımlayanların elini kolunu sallaya sallaya hukuksuzluğu kalıcı bir düzen haline getirmeye niyetle İmamoğlu’nu yıpratmak için terör örgütü lideri bile ilan edebilecek fütursuzlukta oluşu. Artık aday belirleme ya da Erdoğan’ın yeniden aday olmasına olanak sağlayacak bir erken seçim çağrısı ile hukuksuz olana tuhaf bir ön kabulle davet edilmesi haline bir son vererek CB seçimlerini tartışma dışı bırakmak, bu gündemi de iktidarın adayını da yalnızlaştırmak gerekli. Onun yıllarca dönem dönem konuşulan diplomasızlığını konuşmanın da bir anlamı kalmadığına göre!