Ülkenin belli bir kısmının fiziksel ve zihinsel olarak sallanması, diğer kısmının sallanmadığını, sallanmaya da devam etmeyeceğini göstermez. İnsanın en evrensel ve en somut yanı, insanlığın evrensel acılarıdır.

Demiri Oya Gibi
Fotoğraf: Wikimedia

Güçlü ATEŞOĞLU

Canlı-cansız tüm doğayı içeren dünyanın tarihine bir bütün olarak baktığımızda, değişimlerin, felaketlerin ve talihsizliklerin mutlak zorunlu olmasa da olanaklı olduğunu kolaylıkla gözlemleyebiliriz. Mutlak zorunlu olmayışı mutlak nedeni bilemeyişimize, olanaklı oluşuysa olanağın zorunluluk kazanıp kazanmaması gerçekliğine bağlıdır.


Başkasının korkusunu yasa, yasını da korkuyla katışık yaratıcı olmayan melankoliye çeviren bir egemenlik, Kant’ın deyişiyle, insanların “yaygın talihsizlikleri, önlem alınması gereken musibetlerden çok bir tür kötülük olarak görebileceklerine inan[malarını]” sağlar. Yaratıcı olan melankolide bile, kaybettiği nesneyi bastırsa da kendi üzerine düşünme, düşünme yeteneğini geliştirerek ürettiği şeyler yoluyla diğer insanlarla bir ortaklık kurma mümkündür. İstenen ve daim kılınmaya çalışılan korku, ilahi ve kökensel/radikal bir kötülük döngüsü içerisinde özneyi çağırır ve ondan koşulsuz itaat ister; çağrılan için istenene inanmayla karışık ötelenen umut, yaşamın şiddeti karşısında kolay olandır. İçinde kendini bilip tanıdığın burası ve şimdinin gerçek umudunun “bu-yan”ı paranteze alınınca, eyleminin gerçekleşeceği önündeki zengin alanda tereddüt ve kayıtsızlık yaşama cansızlığı biteviye getirdikçe, korku, kaygı ve endişenin eşlik ettiği “öte-yan” bir kader ve teslimiyet olarak belirir.

İnsanın Belirlenimi başlıklı kitabında Fichte, insanın geçmiş olduğu ya da geçeceği merhaleleri kuşku, bilme ve inanma olarak belirler. Biz şu şekilde de belirleyebiliriz: İnanma, kuşku, bilme ve eylem. Her insani varlık, başlangıçta inanır, dinî olsun ya da olmasın; yakınlarının inandığı dine, mezhebe vs. Yakınlarıyla yakınlığını ve ortaklığını, başta sarsılmaz görünen bu inanma meydana getirir, soyut bir özdeşleşmedir. Ayrımlar koymayı başarırsa kuşku bulutu da tepesinde dolaşır. Ya kuşkularının üzerine gidecek ve sınırı düşüncede de olsa aşacak (Stoa), akli yeteneğini kullanma cesareti gösterecek (Kant) ya da sınırın gerisine çekilecek, inanmada olduğu gibi deneyimi, sınırın öte-yanını gerçeklik olarak koyup bir umutsuzluk yolu olacaktır. Bilme ve eylemede, ilki sınırı ve ötesini, gerçekliği nedenleriyle bilmek anlamına gelirken, eylem artık nedenleriyle bildiği bu gerçekliği, süreçteki edimlerine bağlanarak değiştirmeye çabalar (Hegel). Süreçteki edim de çaba da hem tekil hem de tümeldir; ortaklığın, müşterek dayanışmanın başka bir anlamı yoktur. İnsanın geçtiği bu merhalelerin varoluşta aşama aşama olduğunu söylemek değil niyetim, yoksa bu, pozitivizmin birikimsel bilgisini çağırırdı; aksine, iç içe geçen daireler gibi, mantıksal. Son merhalede de, “varoluşsal düzeyde” kuşku eşlik edebilir; olumsal olana kapı aralar.

Felaketlerin yıkıma uğrattığı insanların düşmüş oldukları vaziyet bizdeki üzüntüyü artırır, empatiyi ve duygudaşlığı geliştirir, mevcut durumumuzdan dolayı utanma duygusuna neden olur ve sorumluluk gelir aklımıza ilkin. Bunlar dinî ve/veya ahlaki olabilir ama yeterli değildir. İnanmayanlara karşı, dünyadaki kötü edimlere karşı “Tanrı ya da Doğa’nın intikamı” deriz, onları kişiselleştirmiş oluruz. Hem Etika’da Spinoza, hem Candide’de Voltaire hem de “Lizbon Depreminin Nedenleri ve Etkileri Üzerine Gözlemler”de Kant, inananlar kadar inanmayanların da depremden payını aldıklarını söyler. Başa gelen bu talihsizliğin tanrısal inayetle uyuşmayacağını söylerken Kant, Tanrı’nın adaletinin böyle bir gazaba neden olmayacağını belirttikten sonra olayı doğa bilimi açısından nedenleriyle açıklamak suretiyle sözü ahlaki varlık olmamıza götürürken, Voltaire’in eleştirel/bilimsel tarih anlayışına dayalı felsefesinde tanrısal inayete de Leibniz’in “mümkün dünyaların en iyisi” olarak dünya düşüncesine de yer yoktur. İkisinde de ortak olan nokta, felaketlerin arkasında bilinebilir ya da öngörülebilir bir niyetin olmamasıdır. Kant’a göre insanın böyle bir niyeti anlama ve kendi kanısına göre yorumlama yeteneği ona kapalıdır. Hem Spinoza’da hem de Kant’ta nedenleriyle bilme zahmetini göstermeyerek alışkanlıklarını aklın varlık alanı sanan, oysa hayal-gücünün alanında kalan, yakın nedenleri nihai nedenler gibi ele alarak doğanın düzeninde bir amaçsallık gören kimseler de (Spinoza), nedenleri sonsuz bir uzaklıkta saptamak da (Kant burada kötülüğü kendi topraklarında ya da komşularında değil de binlerce mil uzakta arayıp vebayla bu şekilde baş etmeye çalışan Türkleri kastediyor) beyhudedir.

Şimdi yine bir ayrım yapabiliriz: Doğal olandan, doğal bir nedenden (17. yüzyıl) duygudaşlığı ve sorumluluğu içeren bir ahlak alanına (18. yüzyıl), oradan da hukuku içeren bir politik-ekonomik teoriye/felsefeye (19. yüzyıl) geçiş olguyu bütünsel olarak açıklar. İbn Haldun’dan sıklıkla alıntılanan, aslında yanlış devşirilmiş “coğrafya kaderdir” sözü, değişime/dönüşüme izin vermeyen, bu demektir ki verili bir dünyanın istikrara dayalı dingin hayatında insanları mutluluğa, refaha, eşitliğe ve özgürlüğe götüremeyecek olan bir anlayışta umuda ve dayanışmaya yer yok. İnsanın hazır bulduğu verili dünyayı olumsuzlamayla tanıması, onu bilmesi ve bu sayede kendini bilmesi ve tanıması, kendi belirlenimini (Bestimmung) teşkil etmesi yok. Oysa coğrafyanın umudundan bahseder Bloch. “Coğrafya dayanışmadır” öne sürümümüzün meşruluğunda hemfikir olabilirsek, büyük dayanışmaların ufkunun bizzat insani umutların ufku olduğunu söyleyebiliriz.

Ülkenin belli bir kısmının fiziksel ve zihinsel olarak sallanması, diğer kısmının sallanmadığını, sallanmaya da devam etmeyeceğini göstermez. İnsanın en evrensel ve en somut yanı, insanlığın evrensel acılarıdır (Marx). Kant’ın dediği gibi, “[i]nsanın yapılmış olduğu eğri odundan dümdüz çıkacak hiçbir şey yontulamaz” belki ama, “dünyada rahatlık ve keyif sağlayan her şeyin yalnızca kendi hatırı için var olması gerektiğini ve sözümona doğanın/[aslında kendilerinin] bizi cezalandırmak, tehdit etmek veya bizden intikam almak dışında, insanlığın rahatını bozacak hiçbir değişikliğe girişmeyeceğini hayal ede[nler]” sallanmaya devam edenlere “sanbenito”* giydirmeye devam etsinler; yüzyıllardır huzur içinde ve diğerlerine kayıtsız kalmış azınlık, “demiri oya gibi işleyenler”in kol kola girip dayanışmayı ileriye ve daha ileriye götürmeleriyle kuyruksuz ve ayaksız şeytanı gerçek aynada göreceklerdir.

* Sanbenito: Candide’de geçer. Engizisyon zamanında İspanya’da yakılmaya mahkûm olanlara giydirilen, üzerinde tersine fışkıran alev resimleriyle kuyruksuz ve ayaksız şeytan resimleri bulunan elbise.