Google Play Store
App Store

Loop oyununun yazarı Ebru Nihan Celkan, ‘‘Hikayemizi yeniden yazmak için döngülerimizin bize özgü olmadığını kabul etmeliyiz diyor. Berfu Öngören ise ‘‘Bulunacak ışık, toplanacak cesaret ve kucaklanmayı bekleyen bir olasılık evreni var’’ ifadelerini kullandı.

Deneyimlerimiz izole değil, kolektif

Sarya TOPRAK

İKSV İstanbul Tiyatro Festivali'nde seyirciyle buluşan LOOP oyunu festival gösterimlerinin ardından prömiyerini 4 Aralık Salı günü Alan Kadıköy'de gerçekleştirdi.

Ebru Nihan Celkan’ın yazdığı ve rejisini Nagihan Gürkan’ın üstlendiği oyunun oyuncu kadrosunda Berfu Öngören, Uğur Karabulut ve Bora Çınar yer alıyor.

Prömiyer gösteriminde izleme fırsatı bulduğum oyun ilk anlardan itibaren kendi hayatınıza dair de sorgulamalara itiyor. Oyunda günümüz insanının dertleri seyirciye ustaca aktarılmış. Her şeye geç kaldığını düşünen, acele eden ama acele ettikçe de her şeyi berbat eden Umut etrafında dönen bir hikâye... Hepimiz için çok tanıdık. Yazar Ebru Nihan Celkan ile Berfu Öngören ve Uğur Karabulut LOOP'u BirGün Pazar'a anlattılar.

Bu hikayeyi  yazmaya nasıl karar verdiniz ve ‘LOOP’ ismi nereden geliyor?
Ebru Nihan Celkan: 22 Ocak 2011'den beri içkiden uzak duruyorum. Bu karar son derece zorlu bir yolculuğun başlangıcı oldu. 2019 yılında Almanya'ya taşındım ve bu değişiklik yıllardır içkiyle yaşadığım en önemli mücadeleyi beraberinde getirdi. Bu sadece çevremde içkinin görünürlüğünün artmasından kaynaklanmıyordu, bu yoğun bir kendini yansıtma dönemiydi. Kendimi sürekli "Ben kimim? Gerçekten mutlu muyum? Buraya taşınmak bana özgürlük getirdi mi?" gibi sorularla boğuşurken buldum.

Bu iç hesaplaşma, kolektif ve kişisel bir çalkantı anı olan Covid-19 krizine denk geldiği için daha da zorlaştı. Çevremdekilerin sık sık ruhani aydınlanma veya tıbbın rahatlığı yoluyla çözüm aradıklarını gözlemledim. Ancak bu yaklaşımlar etrafımda ortaya çıktıkça, daha önce karşılaştığım mücadelelerin varyasyonları gibi hissetmeye başladım. İşte o zaman bir örüntünün, kaçamadığım bir döngünün farkına vardım.

Sonunda, bu döngüde pasif bir gözlemci olmadığımı anladım. İster Türkiye'de ister Almanya'da olsun, dikkatimi çeken konuları ben seçiyordum. Bu seçimler benim iç dünyamı yansıtıyordu ve bunlar değişmedikçe, kendimi nerede bulursam bulayım döngü devam edecekti.

Bu farkındalık çok önemliydi. Ne kadar iyi niyetli olursa olsun hiçbir dış destek kaynağı, bizi bağlayan tekrarlayan kalıplarla yüzleşmedikçe ve onları anlamadıkça bu zinciri gerçekten kıramaz. Loop oyununda keşfetmek ve paylaşmak istediğim şey bu içgörü.
Bu yolculuk sadece bana ait değil; bizi tanımlayan döngüleri fark etme ve yeniden şekillendirme konusundaki evrensel mücadeleye işaret ediyor.

Oyun, bireysel ve toplumsal krizlere odaklanıyor gibi. İzleyenlere kendi hayatlarına dair tanıdık duygular hissettirmek istemiş miydiniz?  
E.N.C.: Hepimiz aynı evrenin parçasıyız,  fizik yasaları ve doğanın kalıpları tarafından yönetilen, karmaşık bir şekilde birbirine bağlı bir sistem. Bu engin kozmosun içinde bilinçli bir varlık olarak, kendimden başlamanın öneminin farkındayım. Değişim bireysel düzeyde başlıyor, ancak “kişisel olan politiktir” ilkesinin de işaret ettiği gibi, benim deneyimlerim izole değil. Bunlar, kolektif insan varoluşu içindeki ortak hafızanın küçük parçaları.

Evrimsel yapımızda derin kökleri olan bir özellik olan empati, sadece ahlaki bir ideal değil, aynı zamanda bağlantı ve anlayış için temel bir araç. Bu oyun, bireysel zorluklarımızın daha geniş bir insan hikayesinin parçası olduğunu kabul ederek, bu empatiyi geliştirmek ve paylaşmak için rasyonel bir arzudan kaynaklanıyor.

Hikayemizi yeniden yazmak için döngülerimizin bize özgü olmadığını kabul etmeliyiz sanırım.

Yalnız olmadığımızı, mücadelelerimizin paylaşıldığını ve eylemlerimizin kolektif olarak dalgalandığını, gerçekten anladığımızda, tekrardan kurtulma ve yeni bir şey yaratma gücünü kazanırız. Bu farkındalık hem alçakgönüllü hem de güçlendirici. Bir tür olarak düşünme, uyum sağlama ve evrilme yeteneğimizin bir kanıtı gibi.

Umut nasıl bir karakter? İzleyiciler bu karakterle nasıl bir bağ kurmalı?
Berfu Öngören: Umut, zekâ ve canlılık dolu bir karakter. Enerji ve coşku saçan, çalışkan, zeki ve yaratıcı bir ruh. Ancak yaşam için duyduğu heyecanın ardında mücadele ve direnç öyküsü var.

Çocukken, sınırsız enerjisi ailesi tarafından yanlış anlaşılmış ve ailesi bunu bir hediye olarak değil, “düzeltilmesi” gereken bir sorun olarak görmüş. Doktorların rehberliğinde ilaç tedavisine yönelmişler. Bu karar çocukluğuna gölge düşürerek ömür boyu sürecek bir savaşa dönüşmüş.

Yine de Umut bunun kendisini tanımlamasına izin vermeyi reddediyor. Evrenin gizemlerine olan merakı onu fizik okumaya yöneltiyor ve burada sadece mesleğini değil, aynı zamanda iç dünyasına da bir ayna buluyor. Işık ve karanlığın uçsuz bucaksız genişliği. Keşfettiği evren gibi, onun yolculuğu da sürekli bir arayış, kendi içindeki ve çevresindeki gölgelerle boğuşmak.

Umut, hepimizin bir yansıması. Onun isyanında, mizahında, tutkularında ve ilişkilerinde kendimizi görüyoruz. O bize ortak mücadelelerimizi, kırmak istediğimiz döngüleri, kurtulmak için can attığımız zincirleri ve canlı tutmak için savaştığımız neşe kıvılcımlarını hatırlatıyor.
Umut, kendisi olarak erkekliğin boğucu yapılarına meydan okuyan bir karakter. Varoluşu beklentilere meydan okuyor ve seçtiği yol, dünyayı sorgulamak, anlamak ve şekillendirmek için derin bir arzuyu yansıtıyor. İçindeki ateşle hareket ederek, evrenin gizemlerini mantıksal, matematiksel bir düzlemde çözen, çözümlerin değişime yol açtığı ve anlayış yoluyla ilerleme kaydedildiği bir mesleği benimsiyor.

Umut için hayat bir bulmaca ve çözülen her parça onu sadece evreni değil, insan varoluşunun karmaşıklığını da anlamaya yaklaştırıyor. İlerlemenin öz farkındalıkla başladığına ve bu anlayış arayışının evrenin kendisi kadar sonsuz olduğuna inanıyor, bu sonu olmayan bir yolculuk.

Bir noktada hepimiz Umut'uz. Ve onun aracılığıyla, en karanlık anlarımızda bile bulunacak bir ışık, toplanacak bir cesaret ve kucaklanmayı bekleyen bir olasılık evreni olduğunu keşfediyoruz.

Ali sürekli Umut’un kendini toparlaması için çabalıyor. Kendi iç dünyasında ne yaşıyor sizce?
Uğur Karabulut: Ali düzen insanı. Toparlanmak, derli toplu olmak, her şeyi kuralına göre oynamak Ali’nin yaşamla uyumlanma, başedebilme biçimi. Bu düzen alışkanlığı kendini güvende hissetmesine yardımcı olsa da sıkılması ve sıkışmasına neden oluyor. Tam bu noktada anlaşıldığını hissettiği, yaratıcı, eğlenceli, cesur bir insanla hayatı paylaşmak Ali’ye insan olduğunu hatırlatan, içindeki çocuksu tarafları gösteren, kaybetmek istemediği bir şans gibi geliyor. Şaşırarak, hayranlıkla, tutkuyla bağlı Umut’a.

Ali Umut’u çok seviyor. Ne güzel bir cümle değil mi? Ali Umut’a bağlı hissediyor. Bir ilişkide olmasını beklediğimiz duygular gibi geliyor kulağa.

Şimdi bu cümleleri bir şeylerin ters gittiği yerde tersinden okuyalım. İşler yolunda gitmediği zaman sevgideki “çok”luk zehirlemeye başlayabiliyor alanı da vereni de. Birine bağlı hissetmekle birine bağımlı yaşamayı belki son sahneye kadar ayırt edemiyor mesela Ali. Kendi çocuksu, insani tarafını başka bir insanla kurduğu ilişki üzerinden var edebilme şansı, o şansı kaybetmemek için ısrarcı, kuralcı, tahrip edici bir ebeveyn kimliğine bürünme ihtimalini doğuruyor.

Ali korkuyor. Oyun arkadaşını kaybetmekten, artık sevilmeme ihtimalinden korkuyor. Kendi başına kalmaktan belki de kendi olmaktan korkuyor. Çünkü hayatında bu pratiği hiç edinmemiş olabilir. Bu korkuyla beraber kırılgan erkekliği çatırdıyor ve zehir sızdırıyor.

Ali ve Umut’un nasıl bir ilişki dinamikleri var?

B.Ö.: Umut, Ali ile tanışır ve eşit bir ortaklık olasılığına, karşılıklı saygı ve ortak anlayış üzerine kurulu bir aşkı yaşamak ister. İlk başlarda komik eğlenceli paylaşımcı bir ilişkileri varken zamanla birbirlerine iyi gelmemeye başlarlar. Birbirlerinde kendi hikayeleriyle yüzleşirler ve gerçeklik sert bir şekilde Umut’u vurur. Ali, tüm iyi niyetine rağmen, tanıdık ama zarar verici bir role tutunur: kahraman, gerçekten Umut’u görmek, tanımak, anlamak yerine onu “kurtarmaya” çalışan bir figür. Kökleri geleneksel hiyerarşilere dayanan bu dinamik, ilişkilerindeki uyumsuzluğun derinleştiği Berlin'e taşındıklarında daha da göze batar hale gelir. Umut ise kendi ilişkisine yansıyan aile travmaları ve ataerkinin ilişkiler üzerindeki olumsuz etkisiyle boğuşmak zorunda kalır.

Umut bir kurtarıcı aramıyor. Birinin onu düzeltmesini beklemiyor. Hayatta yanında yürüyecek, sevgiyi paylaşacak, meydan okuyacak bir ortak, bir eşit istiyor. Mücadelesi sadece Ali ile değil, hayatın her köşesinde yankılanan eşitsizlik döngüleriyle. Umut sayesinde eşit sevgi, karşılıklı anlayış ve bize biçilen rollerden daha fazlasını talep etme cesareti için verilen mücadeleyi görüyoruz.

U.K.: Hayat gibi bir çift Ali ve Umut. Tatlılar, acılar. Coşkulular. Gülüyorlar, ağlıyorlar. Yol arkadaşlığı yapıyorlar, umutlanıyorlar. Birbirlerinin gözünde umutlarının kırıldığına şahit oluyorlar, çabalıyorlar , düze çıkıp sonra dibe düşüyorlar.

Umut babasından sürekli ‘kızlar onu yapmaz, bunu yapamaz’ cümleleriyle büyümüş. Fizikçi olmayı tercih etmesi bir yanıyla da ataerkiye ve babasına bir meydan okuma mı?
B.Ö.: Kesinlikle, Umut'un fizikçi olmayı seçmesi hem babasının dar inançlarına karşı kişisel bir isyan hem de ataerkilliğe karşı daha geniş bir meydan okuma. Sürekli “kızlar bunu yapamaz” ve ek olarak “kızlar bunu yapmalı” cümlelerini duyduğu bir evde büyümek sadece potansiyeline getirilen bir sınırlama değil, aynı zamanda kimliğinin silinmesi. Babasının sözleri, onu içine kapatmaya, varlığını küçültmeye çalışan bir dünya düzenini yansıtıyor.

Ancak Umut, ismine sadık kalmayı tercih ediyor. Direniyor.

Fiziği seçmek sadece bir kariyer seçmek değil. Geleneksel olarak erkeklerin egemen olduğu, keşfin ve yeniliğin hüküm sürdüğü bir alana adım atmak, mantığın,  dünyanın genellikle kadınların kendileri için talep etmelerini engellediği nitelikler. Umut, kendini evrenin gizemlerine kaptırarak özerkliğini geri kazanmanın ve sadece babasına değil tüm dünyaya yeteneklerinin sınırsız olduğunu kanıtlamanın bir yolunu buluyor.

Umut için fizik, bilimden daha fazlasını temsil ediyor.dünyayı anlamanın ve sorgulamanın, bizi hapseden yapıları yıkmanın bir yolu. Bir fizikçi olarak yolculuğu, kendisini toplumsal beklentilerden kurtarmak, çoğu zaman kayıtsız hissettiren ancak olasılıklarla dolu bir evrendeki yerini anlamak için verdiği içsel mücadeleyi yansıtıyor.

Umut'un meydan okuması babasının sözlerini reddetmenin ötesine geçiyor. Bu, ataerkilliğin onun seçimlerini, zekâsını ya da varoluşunu tanımlamayacağının bir ifadesidir. Ve bir fizikçi olarak, sadece “kızlar yapamaz” fikrine meydan okumakla kalmıyor, aynı zamanda “kızların ne yapacağına kendileri karar verir”i de kanıtlıyor.

Umut'un hikayesi hepimiz için bir hatırlatma: isyan sessiz ama dönüştürücü, kişisel ama evrensel olabilir. Umut cesaretiyle bizi, bize konulan sınırlara meydan okumaya, kendi yolumuzu çizmeye ve uğruna savaştığımız için değil, her zaman bizim olduğu için ait olduğumuz bir dünyanın hayalini kurmaya davet ediyor.

Oyunda Türkiye’deki toplumsal ve siyasi atmosferin etkisi açıkça hissediliyor. Bu bağlamda oyunun Türkiye’ye özgü taraflarını biraz açabilir misiniz?

E.N.C.: Bugün dünya çapında milyonlarca insan derin bir yerinden edilme duygusuyla ve hayatlarını tanımlayan sınırlara ait olma mücadelesiyle boğuşuyor. Küresel olarak tahminen 400 milyon insan şu anda yerinden edilmiş durumda ya da zorunlu veya gönüllü göçün zorluklarından etkileniyor. Hükümetler özgürlükçü ilkelerden giderek uzaklaştıkça, bireyler daha fazla özgürlük yaşayabileceklerine ve kendilerini özgün bir şekilde ifade edebileceklerine inandıkları yerlere sığınıyor.

Örneğin, son ABD seçimlerinin ardından sosyal medya platformları göçle ilgili tartışmalarla doldu taştı ve birçok Amerikalı daha iyi fırsatlar ya da değerleriyle uyum arayışı içinde yurtdışına taşınma arzusunu dile getirdi.

Türkiye'de de toplumsal değerlerin hızla dönüşmesi, pek çok bireyin iş  bulmasını, seçtikleri meslekleri icra etmesini ve kendilerini özgürce ifade etmesini giderek zorlaşıyor. Bu mücadeleler daha büyük bir gerçekliğin simgesi: Özgürlük, eşitlik ve adalet için evrensel insan arzusu...

Göç, aidiyet ve yabancılaşma gibi temaları işlenmiş. Hiçbir yere ait hissedememe duygusundan bahseder misiniz?

E.N.C.: Göç çoğu zaman özgürleşme vaat ediyor gibi tınlıyor ancak bunun yerine yabancılaşmayı derinleştirebilir. Göç edenler ev sahibi ülkelerde göçmenler, yabancı düşmanlığı, dil engelleri veya ekonomik eşitsizlikler gibi entegrasyonun önündeki sistemik engellerle karşılaşıyor. Bu da tekrar bir aidiyet ve yabancılaşma durumunu oluşturuyor. Gitmek tek başına bir çözüm olmuyor. Belki geride bırakılan ülkedeki sıkıntı veren dinamikler ortadan kalkıyor ama onların yerini yeni dinamikler alıyor. Bizi buraya kadar getiren sistemlerin ( tüm dünya için söylüyorum) bizi bundan sonrasına taşımadığını fark etmemiz gerekiyor. Yoksa korkarım bir tuhaflık olarak, dünyalılar dünyalı hissetmemeye devam edecek.

B.Ö.: 20'li yaşlarımda, bir yere ait olmanın güçlü duygusunu hissettim, dünyanın belirli bir köşesine topraklanmış, özgürleştirici bir bağ bu. Ancak yaşım ilerledikçe merak etmeye başladım; bu aidiyet duygusu gerçekten bir yere mi bağlıydı, yoksa daha derin, kalbe daha yakın bir şey miydi?

Kalbimizin ikamet etmeyi seçtiği her yere ait olduğumuza inanmaya başladım. Belki de bu bağın kökleri çocukluğa dayanıyor, doğup büyüdüğümüz yerlere bağlanıyor, ilk anılarımız ile gençliğimizin manzaraları arasında görünmez ipler oluşturuyor. Ama sonra, kaçınılmaz olarak, kendimizi hiçbir yere ait değilmişiz gibi hissettiğimiz bir an geliyor. Bu  insanların çoğunun bir noktada boğuştuğu evrensel bir soru: Kendimizi ait hissetmeli miyiz? Bir yere ait olmak zorunda mıyız? Ait olmak ne anlama geliyor?

Gerçek aidiyetin dış mekanlarla ilgili olmadığını düşünmeye başladım; bu, nereye gidersek gidelim yanımızda taşıdığımız, kendi içimizde bir dünya yaratmakla ilgili. Anahtar, ait olmak için belirli bir yer bulmak değil, ortam ne olursa olsun kendi içimizde huzur ve neşe bulmayı öğrenmek.

Geleneksel ve çoğunlukla erkeklik tarafından şekillendirilen bir dünya düzeninde ve genellikle bizi sınırlandırmaya çalışan bir çevre sistemi içinde, tüm bunların üstesinden gelmek için toplamamız gereken içsel bir güç var. Bazı günler bu güç bize rehberlik eder; bazı günler de ise bizi zorlar. Kendimizi durdurulamaz hissettiğimiz anlar da oluyor, kırılgan hissettiğimiz anlar da. Bu sürekli değişen bir ritim.

Ancak asıl zorluk ve belki de en büyük meydan okuma eylemi, mekâna ve/veya zamana değil kendimize olabildiğince sadık kalmak. Kim olduğumuza  (özümüze, eşsiz dünyamıza)  ne kadar bağlı kalırsak, dayanma, uyum sağlama ve gelişme yeteneğimiz de o kadar güçlü olur.

U.K.: Ait hissedememe herkesin duygusal hafızasında yeri olan bir olgudur muhtemelen. Zamanla, sistemin zorlamasıyla, hayatımızın herhangi bir kesitinde mutlaka yaşamışızdır bu duyguyu. Göç ise tecrübe etmediğim ama yakınlarımdan bildiğim ve gittikçe artan, büyüyen bir dünya sorunu. Belki de yüzde yüz ait hissetmek diye bir şey imkansızdır. Belki de esas olan ait olmak için kendimizi seçmeye de bırakıp kaçmaya da zorlamamaktır.

Oyunun sonunda seyirciye bırakılan belirsizlik ve sorgulama hissi bilinçli bir tercih mi?

E.N.C.: Bu biraz sevgili yönetmenimiz Nagihan Gürkan’ın da tercihi. Ben yazarken, belirsiz bir sonla, varoluşun açık uçlu doğasını yansıtmak ve seyirciye hayatın önceden belirlenmiş çözümlerle sınırlı olmadığını hatırlatmak istedim. Nagihan’ın özgün yaklaşımıyla biçimlenen, derinleşen ve güçlenen son bu belirsizliğin potansiyelini vurguluyor. Oyuna ortak olan seyircimizin yeni sonuçlar öngörme ve yaratma kapasitesine dayanan bir umut duygusunu teşvik etmeyi arzuladık. Aynı zamanda çoklu perspektifler için alan yaratmanın da bir yolu. Sonu biz değil siz her biriniz, her bir izleyici kendi perspektifinden kurgulayabilir. Kuantum fiziği temelde, klasik öngörülebilirlik ve evrendeki tüm olayların ve durumların belirli bir sebep-sonuç ilişkisi ile önceden belirlenmesi kavramlarına meydan okuyan bir kavram olan belirsizlik ilkesi etrafında döner. Bu açık uçlu son Loop’un merkezine oturan kuatum fiziğine de bir son selam.