Google Play Store
App Store

Önümüzdeki pek çok konunun ve o konuların öznelerinin sıkıntılarının ortadan kalkması, işçi sınıfının mücadelesine bağlıdır, işçi sınıfı sömürüyü ortadan kaldırma mücadelesini kendisini öteki sorunlardan soyutlayarak çözemez.

“Dengemi bozmayınız”

Politikanın ya da daha başka anlamlandırmaları da içerdiği için siyasetin temel hedefi iktidardır. İktidarı hedefleyen, sömürüyü ortadan kaldırmayı amaç edinen partiler de devrimin öznesi olmak gibi bir görevle yükümlü olduklarını haklı olarak savunurlar. Öyleyse elimizdeki kavramlar, politika-iktidar-devrim ve devrimin özneleri olarak partilerdir diyebilir miyiz? Politika ile iktidarın ilişkisini uzun uzun tartışabiliriz ama politika iktidar için yapılır ve bu da biçimi, tarzı çok farklı tecelli edebilecek bir toplumsal devrimi zorunlu kılar diyelim ve bu iki kavramın tartışmasını, çatışmasını, çetrefil ilişkisini anlatmayı ya da anlamayı sonraya bırakalım.

Peki devrimi, iktidarı hedeflemiş siyasal partiler mi yapar. İşin doğrusu devrimi hiç kimse yapmaz. Devrim çok sayıda koşulun ve olanağın ortaya çıktığı durumlarda oluşur. Bizlere büyük bir teorik pratik miras bırakmış olan devrimci ataklar bir yana bırakılırsa elimizde 70 yıl sürmüş Rus, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra direnemeyen ülkeler, anlamakta zorlandığımız Çin ve diktatör Batista’yı devirerek, zaman içinde hedefinden vazgeçmemiş ama yıllar süren abluka altında gelişme fırsatı bulamayan Küba devrimlerinden başka da bir örnek yoktur. Bundan sonrası için ise kapitalizm varoluş koşullarını yitirmeye başladığı için daha önemli ve asıl olan geçmişten oralara takılıp kalmadan büyük dersler çıkarılabildiği için büyüyen umutlardan söz edebiliriz.

***

Bu gelişen koşullar meselesi aslında Marx’ın yıllar yıllar önce dikkatimizi çekmeye çalıştığı ama göremediğimiz ya da görsek de değişik nedenlerle içeriğini tartışmaktan uzak durduğumuz bir temele sahiptir. İşçi sınıfının sürükleyeceği, sömürüye son verecek bir toplumsal devrim egemen kapitalist sınıfla birlikte proletaryanın da ortadan kalkacağı bir devrim sürecidir. Herkesin bildiği ya da bildiğini varsaydığımız bu durum şimdi durup dururken neden kafamı kurcalayıp duruyor ki. Sorumlusu şair yazar dostum Akif Kurtuluş’tur. İnsanların rahatını kaçırmayı pek sevdiği için durup dururken, “edebiyatta politik olanı konuşalım istiyorum” diye çıktı bu kez. Buralar Bodrum dolayları onun evidir, biz misafiriz, biz de bakalım Akif bu çetrefil konuyu nasıl kafamıza vura vura anlatacak diye kalktık gittik. Turgutreis’te bizi zor zamanlarımızda savunmuş iki avukat dostumuzun mekânı var, orada toplaştık.

***

Önce bir çerçeve çizdi sevgili Akif, politikadan ne anladığını anlattı. Biraz özettir ama aslı esası değişmemiştir. “Devrim işçi sınıfının üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti tasfiye etmesi ise dedi bunun için yapılacak mücadeleye politika denir” diye kestirip atmadı kuşkusuz. Asıl diyeceği bundan sonrası, onu da sırtını sağlam yere Marx’a dayayıp “işçi sınıfının varoluş koşullarında bugünkü bütün varoluş koşulları insanlığa en aykırı biçimlerde özetlenmiş yığılmıştır” diye çetrefilli bir cümleyle gözümüze soktu. İyi de kardeş bu nedir şimdi, ne demeye getiriyorsun, İşçi sınıfı kendisini kendi varoluş koşullarını burjuvaziyle birlikte toplumsal devrim yoluyla ortadan kaldıracaksa “bunun koşulu bugün varolan insanlığın önündeki tüm öteki insanlık dışı, insanlığa aykırı bütün koşulları yok etmekten geçer” mi demektesin. Yani “kurtulmak yok tek başına” mı diyoruz şimdi biz işçi sınıfına. Biz demiyoruz Marx demiş zaten. Bunun pratik anlamı şimdi önümüzdeki pek çok konunun ve o konuların öznelerinin sıkıntılarının ortadan kalkması, işçi sınıfının mücadelesine bağlıdır, işçi sınıfı sömürüyü ortadan kaldırma mücadelesini kendisini öteki sorunlardan soyutlayarak çözemez. Burjuvaziyle birlikte kendi varoluşuna da son verecekse insanlığa aykırı ne kadar varoluş biçimi varsa tümünü yok etme mücadelesine girişmeli, hiçbirini sonraya bırakmadan, varolan her türden mücadeleyi önüne alarak ilerlemelidir. Teorik çerçeve böyledir ama unutmamak gerekiyor; Metin Çulhaoğlu’ndan aktarayım “Türkiye’de işçi sınıfı dönemsel kimi eylemlilikler ve patlamalar dışında, Cumhuriyet tarihinin hiçbir döneminde toplumsal muhalefet hareketinin öncüsü olmamıştır. İşçi sınıfının 1960’larla birlikte toplumsal muhalefetin çok önemli bir bileşeni konumuna geldiği açıktır. Ancak bu önem hatta nicel ağırlık bile sınıf hareketini genel muhalefetin omurgası durumuna getirmemiştir.” (Marksizm ve Türkiye Solu, Yordam Kitap, s. 281) Metin’in “muhalefet dinamikleri” diye adlandırdığı kesimler içinde öne çıkan kadın hareketi, çevre hareketi, köylülerin çiftçilerin, enflasyondan yakınan tüketicilerin, öğrenci gençliğin farklı konulardaki direnişleri ile işçi sınıfı hareketi arasındaki ilişki ne yazık ki iktidarı hedefleyen politik bir güç, etkin bir toplumsal muhalefet haline gelebilmiş değildir.

Akif Kurtuluş politika tanımını böyle anlatırken görüldüğü gibi iktidar kavramını da alıştığımız televizyon sözlüğündeki iktidar kavramının dışına taşırarak anlatıyor, öyle anlattı daha doğrusu. İktidar “nerede bir iktidar varsa…” özetiyle anlatılabilecek bir geniş tanıma kavuşuyor Akif’in dilinde. Aileden başlayalım, bireyler arası sınıflar arası, katman, grup, cemiyet, cemaatler arası ilişkilerin tümünü kapsıyor. İktidar için mücadele edenler birbirleriyle de hesaplaşmak zorundadırlar. Baskı zorbalık nerede varsa orada itiraz emek devrimci hareketi sanıldığı gibi güçten düşürmez tam tersine güçlendirir. Yoksa iktidarın el değiştirmesi mümkün olsa bile bu gerçek bir el değiştirme olmayacaktır. Bu sürecin kolay bir süreç olmadığı, içinde tehditler tehlikeler barındırdığını, burjuvazinin açık kapalı saldırılarına karşı kimi zaman korunmasız ve ideolojik olarak etkilenmeye açık olduğunu unutmamak gerektiğini de ben söyleyeyim bu arada.

***

Konumuz edebiyatın politika ile ilişkisi olduğuna göre lafı dönüp dolaşıp oraya getirip kapatalım. Edebiyatın bu iktidar politika ilişkisindeki yeri nedir, neresidir? Soru kolay yanıt çetrefildir. Burjuvazi her zaman sınıflar mücadelesinde edebiyatı sanatı kültür dünyasını denetlemek peşine takmak üstelik bunu suret-i haktan görünmesini sağlayarak yapmak zorundadır. Okurlar ikinci savaş sonrasında (1953-1991) Encaunter dergisi aracılığı ile solcu demokrat yazarların nasıl yönlendirildiğini, nasıl soğuk savaşın hizmetine girmeye zorlandığını hatırlayacaklardır. Türkiye de bu genel, Kurtuluş’un dediği gibi bu tür bir “patronaj”ın, çerçevenin dışında değildir kuşkusuz. Edebiyatın sanatın iktidar mücadelesinin dışında kalamayacağını bu nedenle de aba sopa yönteminin bu alanlarda da işlediğini söylemek biraz onur kırıcı da olsa dikkate alınması gereken bir gerçektir. Ama ben Akif Kurtuluş kadar kötümser değilim. Şimdi, “nereden çıkardın ben kötümser falan değilim, yalnızca edebiyatın toplum mühendisliğinin bir aracı haline getirilmesine itiraz ediyorum” diyecektir ki, aynı fikirdeyim ben de. Ama şunu da eklemeden geçemeyeceğim, yazı en başta şiir, öyle bir şeydir ki bir yerden üstü örtülse, bir yerde sıradanlığın hizmetine girse bir başka yerden ortaya çıkıveriyor. Bu arada giden, aslına dönen gidiyor, gitsin, önemsizdir.

Zaman uzundur ve siyaset iktidar ilişkisi de bu uzun zamanın ağır işleyen mekanizmasına tabidir. Gün gelir de edebiyat sanat önce kendi has dünyasının pürüzlerini giderebilirse, siyasal olanın emrine girmek yerine içinden ya da çeperinden ona güç vermenin yollarını bulabilirse, siyaset de yazara çizere “hadi bakalım yazılamaya” demezse ayağa kalkacak ve Turgut Uyar’ın dediği gibi “dengemi bozmayınız” deyiverecektir.