Google Play Store
App Store

Evlerin, arabaların, arsaların, tarlaların sahibi tapu kayıtlarında belli. Dağların, nehirlerin, otlakların, göllerin, denizlerin, kuşların, balıkların, börtü böceğin sahibi kim?

Denizin sahibi kim?

Mustafa Sarı - Prof. Dr., msari@bandirma.edu.tr

İnsan olarak en büyük övünç kaynağımız sahip olduklarımız. Menkul veya gayrimenkul varlıklarımızdaki her artış, göğsümüzün kabarmasına neden oluyor. Bu yüzden kısacık hayatlarımızı bir şeylere sahip olmak ve onları elimizde tutmak, korumak için harcıyoruz.

Evlerin, arabaların, arsaların, tarlaların sahibi tapu kayıtlarında belli. Dağların, nehirlerin, otlakların, göllerin, denizlerin, kuşların, balıkların, börtü böceğin sahibi kim?

Ortak kamu malı olarak nitelenen denizler, otlaklar, dağlar, göller, nehirler hepimizin ortak organizasyonu olan devlet tarafından korunup kollanması lazım. Öyle mi? Bu soruya sanırım hiçbirimiz gönül rahatlığıyla “Evet” diyemiyoruz. Bu sadece bize mahsus bir durum da değil ne yazık ki.

2021 yılının nisan ayında Marmara Denizi’ni kapladığında varlığının farkına vardığımız müsilaj denizle ilgili ne kadar az şey bildiğimizi gösterdi. Çünkü müsilajın gemilerle “dış güçler tarafından getirildiğini” iddia edenlerimiz bile oldu ne yazık ki. Oysa müsilaj insanın neden olduğu iklim değişimiyle artan deniz suyu sıcaklıkları, yine bizim atıklarımızla oluşan kirlilik ve Marmara Denizi’nin orijinal yapısının desteklediği deniz şartlarındaki durağanlığın birlikte tetiklemesiyle ortaya çıkan ardışık ekolojik olayların bir sonucuydu. Marmara Denizi’ni elli yıldan beri evsel, endüstriyel, tarımsal, denizcilik ve aklınıza gelebilecek tüm atıklar için son durak, yani atık çukuru olarak kullandık. İklim değişimi sonucu ısınan sular çözünen atıklardan gelen yüksek miktardaki azot ve fosforun katkısıyla denizdeki ilk üretim olan alg üretimini hızlandırdı. Birim hacimde onlu rakamlarda olması gereken bu mikroskobik bitkisel organizmalar milyonlu rakamlara ulaştı. Deniz şartlarındaki durağanlık bu üretimi katladı. Ekolojik düzen bozuldu ve bu organizmalar hücre içinde tuttukları salgıları stres şartlarında suya saldılar. Denizdeki tüm mikroorganizmalar bu sürece katıldı ve sonuçta suyun altında kilometrelerce uzanan beyaz tül benzeri yapılar, yani müsilaj ortaya çıktı.

Müsilaj sonrası Marmara Denizi çevresinde denize etkisi olabilecek hemen hemen tüm paydaşlarla konuştum. Her konuşmadan sonra üzüldüm ve şaşırdım. Çünkü taraflar denize bir gram bile atık bırakmadıklarını, ne kadar doğaya saygılı olduklarını anlattılar uzun uzun. Bu konuşmalara göre belediyelerin bütün arıtmaları eksiksiz çalışıyor, sanayici bir litre bile atığı arıtmadan bırakmıyor, kamu kurumları denetimlerini eksiksiz yapıyor, balıkçılar tek bir balığı bile bilinçsiz olarak avlamıyor ve tamamı bilinçli vatandaşlar doğaya son derece saygılıydı. Bu durumda müsilajın gemilerle Marmara’ya taşınmasından başka olasılık kalmıyordu anlayacağınız. Bu manzaraya baktığımda aralarındaki en bilinçsiz ve doğayla uyumsuz yaşamı olan ben gibiydim.

Oysa denizde yaptığımız ölçümler ve daldığımızda gördüklerimiz tam tersini söylüyordu. Müsilajın maddi nedenlerinden daha çok belki de bu yaman çelişkilerdi Marmara Denizi’nin büyük sorunu. Çelişkiyi biraz eşeleyip kimsenin itiraz edemeyeceği bilimsel bulguları ortaya koyunca bu kez de sonsuz bir suçlama yarışması başlıyordu. İlçe belediyesi büyükşehri, büyükşehir bakanlığı, bakanlık yasaları, bütçe ve personel yetersizliğini, doğrudan denetimi yapanlar, üzerlerindeki siyasi baskıyı ileri sürüyordu. Ama bu konuşmaların da hepsi “ben elimden geleni yaptım ama sorun benimle ilgili değil” savunmasıyla bitiyordu. Yani suçlu yoktu.

Çünkü sahibi yoktu. Sanırım doğaya verdiğimiz zararların en temel nedenlerinden birisi sahiplik konusuyla ilgili. Bu yüzden Hardin, 1968’de meşhur ortak kamu mallarının trajedisi teorisini ortaya atmıştır. Ortak mülkiyet kabul edilen denizler, göller, meralar gibi alanlarda insanlar “ben yararlanmazsam başkası yararlanacak, hızlı davranmalıyım” dürtüsüyle yarış içinde biteceğini bilerek ortak kamu mallarını tahrip ederler bu teoriye göre. Ya da “ben kirletmesem ne olacak, herkes kirletiyor” düşüncesiyle denizleri çöplüğe çevirmede sakınca görmezler.

Fotoğraf: Mustafa Sarı

Oysa Ostrom, ortak kamu mallarının tüketilmeden kullanmanın mümkün olduğunu gösteren ekonomik modeliyle 2009 yılında Nobel aldı. Hem de teorisinde Alanyalı balıkçıların aşırı avcılığa neden olmayacak şekilde hiçbir yasal baskı olmadan yıllardır geleneksel olarak kendi aralarında kurdukları sistemi de örnek gösterdi. Yani ortak kamu mallarının hep trajediyle sonuçlanmak zorunda olmadığının kanıtlarından birisi bu topraklardan, bizim kültürümüzden çıktı.

Ama biz halen İzmir Körfezi’nde ölen balıkların esasında sorumlusunun kim olduğunu tartışmaya devam ediyoruz. Sen yaptın, ben yaptın kavgasına tutuştuk. Az kaldı yakında İzmir Körfezi’nin kirliliği ve balık ölümlerinin esas sorumlusu uzaylılar olarak ilan edilirse hiç şaşırmayacağım.

Bir zamanlar İstanbul Boğazı’ndaki yalıların penceresinden sarkıtılan sepetlerle tutulacak kadar bol olan balıklara ne oldu? Çok uzağa gitmeden 2000 yılıyla 2023 yılını karşılaştırsak soruya cevap bulabiliriz hızlıca. 2023 yılı TÜİK verilerine göre denizlerden avladığımız balık %30 azalmış. 420 bin ton civarındaki avın %85’i hamsi, çaça, sardalya, istavrit ve mezgit olmak üzere 5 türden oluşuyor. Denizde balık kalmamış açıkçası.

Balıkçılara sorarsanız “başka denizlere” gitti, iklim değişti, kirlilik arttı. Hatta avcılık olmasaydı şimdiye kadar denizler çoktan kokar, balık değil bakteri bile bulunamazdı. Yönetenlere, denetleyenlere sorarsanız o kadar çok denetim raporu ve rakam koyarlar ki önünüze sorduğunuza utanırsınız. Oysa deniz tam tersini söylüyor.

Denizi, toprağı, suyu, ormanı, balığı, kurdu, kuşu kendi dünyamızın dışına atmışız kısaca. Onlar “benim” değil, o zaman isteyen istediği gibi tasarruf edebilir yani. Sorun çıktığında da nasılsa suçlayacak birileri hep var.

Deniz yaşamın kendisi, hatta aldığımız nefes aslında. Soluduğumuz havanın içindeki oksijenin çoğu denizden geliyor. Deniz yoksa nefes alamayacağımızı bilmiyoruz. Klozete döktüğümüz 1 litre çamaşır suyunun 1 milyon litre deniz suyunu kirlettiğinden habersiziz. Yüzerken ayağımıza değmesin diye söktüğümüz deniz çayırlarının 1 m²’sinin günde en az 10 litre oksijen ürettiğinin farkında değiliz. Marmara Denizi çevresinde her iki kişiden birinin atığı hiç arıtılmadan denize gidiyor, umurumuzda değil. Çünkü bizim değil, sahibi biz değiliz.

Her birimiz kendi evimize, bahçemize, arsamıza, arabamıza sahip çıktığımız gibi doğayı sahiplensek sizce nasıl olurdu, bir düşünün. Denizlerimiz kirlenmek zorunda değil. Balıklarımızı yarış halinde tüketmeden de avlamak mümkün. Sığamadığımız şu koskoca vatanda kıyıları doldurup denizden yer çalmadan da denizle birlikte yaşamak zor değil. Birileri birkaç gün ya da ay yüzecek diye plajlardaki deniz çayırlarını köklemeyen bir turizm yaklaşımı imkânsız değil. Eğer denizle olan ilişkimizi değiştirmezsek dün Marmara, bugün İzmir Körfezi, yarın kim bilir hangi kıymetli koyumuz, körfezimiz, denizimiz bizimle bu şekilde yaşayamayacağını ilan edecek!