Depremin ekonomi politiği ve bir sosyal güvenlik mekanizması:  Türkiye kentleşmesi

Murat Cemal Yalçıntan

Bir deprem coğrafyasında yaşıyoruz. Yakın zamanda tarifsiz acılara ve hak kayıplarına neden olan bir felaket yaşadık.

Devletin organize olamadığını ve yetersiz kaldığını, sivil toplumun müthiş bir özveri ve dayanışma ile acil ihtiyaçları karşılamak üzere seferber olduğunu ama yetemediğini, askerin arama kurtarma çalışmalarına müdahalesini arar hale geldiğimizi gördük. 

Depremin üzerinden 3 ay geçti, yıkılan şehirlerde gündelik hayatın yeniden başlaması için bir yandan korkunç derecede yavaş, diğer yandan fazlasıyla hızlı adımlar atıldı; (plansız) projeler şekillenmeye, temeller atılmaya başlandı. Seçimler öncesinde bölgede çalışmalara hız kazandırmak üzere düşünüldüğü anlaşılan, planlamayı baypas eden ve mülkiyet hakkını sınırlandıran Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile (biraz gecikmiş olan!) yıkım ve yeniden yapım işlerini kolaylaştıracak Riskli Alan ilanı kamuoyunda çokça tartışıldı. Projelendirme ve inşaat faaliyetleri için kişisel ilişkilerle ve el altından verilen ihalelerle ilgili bakanın İstanbul depremi için cepten çıkardığı reçeteler hiçbir şeyin değişmeyeceğini gösterdi. 

Mevcut iktidarın deprem sonrasında onarım ve iyileşme adı altında yaptıkları, Naomi Klein’ın geliştirdiği felaket kapitalizmi üzerinden tartışılmayı hak eder.  Klein şirketlerin felaketlerden kâr etmeyi öğrendiğini ve devletin bu kapıları nasıl açtığını tartışır. Devlet ise bu tartışma karşısında kendisini hızla savunmaya alacaktır barınma sorununu acilen çözmesi gerektiğini öne sürerek ve kendisini bu aciliyetin gerektirdiği(!) plansızlıktan kaynaklanacak yeni sorunlardan muaf tutarak! Ulrich Beck 1986’da yayınlanan çok bilinen eseri Risk Toplumu’nda devletin artık refahı değil riskleri dağıtacağını söyler.  Türkiye’de devlet kuruluşundan beri ne refahı ne de riskleri adil dağıtabilmiştir. 1980’lerden beri ivme kazanan neoliberal politikalar bu adaletsizliği yeni bir boyuta taşıdı. Bu çerçevede, bugün yaşadığımız krizin sorumlusu olarak devleti mercek altına almak gerekiyor. Neoliberal politikalara sığınmış bir devletin çaresizliği ve sivil toplumun çok önemli bir güç olmakla birlikte sosyal devletin yerini kaplamaya yetemeyeceği tespitlerinden hareketle; yeniden bir sosyal devlet oluşumunu savunmak ve garantörü olarak bunu talep eden bir sivil toplumun önünü açmayı hedeflemek bu felaketin önümüze koyduğu bir siyasal hedef olarak görülecektir ümidindeyim.

Diğer yandan, deprem felaketinin boyutları, depremin şiddeti, fay hattının çok uzun süredir kırılmasının bekleniyor olması gibi teknik açıklamalar üzerinden okunabileceği gibi Türkiye’nin kentleşme politikalarının iflası olarak da değerlendirilmelidir. Devletin 1950’lerden beri değiştiremediği kentleşme politikası, ekonomik canlılığı/büyümeyi fazlaca yatırım yapmaksızın garanti eden inşaat faaliyetlerini sürekli kılmak üzere plansızlığa göz yummak, kaçak yapıları affetmek, hatta teşvik etmek, piyasalar durulduğunda inisiyatifi alıp projeler geliştirmek ve dört bir yanı inşaat alanına çevirmek şeklinde özetlenebilir. Elbette bunun paralelinde işleyen sanayileşme gibi başka kentleşme politikaları da zaman zaman söz konusu olmuştur ama hiçbiri inşaat kadar sürekli destek almamıştır. “İnşaat ya Resulullah!” yalnızca son dönemin değil, Türkiye kentleşme süreçlerinin -daha küçük ölçeklerde olmakla birlikte- baştan beri düsturudur.  Kentlerin bir şantiye olarak tutulmasında de-regülasyon (mevcut düzenlemeleri kaldırmak, esnetmek) ve bazen re-regülasyon (yeniden düzenlemek) devletin sık kullandığı mekanizmalardır. Bu mekanizmalar çoğu zaman inşaatın önündeki engelleri aşmada kullanılır. O engeller bir fay hattı ya da orman alanı olabileceği gibi bir tarım alanı ya da yerinden edilmekte olan bir topluluk da olabilir. Deprem felaketi, sivil toplumla desteklenmiş bir sosyal devlet anlayışıyla birlikte, bu coğrafyada doğayla ve burayı mesken tutmuş insan olan ve olmayanlarla ilişkilerimizi sorgulayacak, bu bağlamda mekânsal adaleti önceliklendirecek bir kentleşme politikasını da acilen çağırmaktadır.

Bu çerçevede tartışılacak çok sayıda konu var elbette ama sürekli yaşanmakta olan afet felaketleriyle en çok ilişkili bulduğum, kentlerde bitmeyen inşaat faaliyetinin neredeyse sürekli olarak alıcı bulmasıdır. Son 30 senesini bizzat şehir plancısı bir akademisyen gözüyle izlediğim bu süreçte defalarca konut ve ofis balonu oluştuğunu düşünüp ekonomik kriz bekledim ama ulusal sınırlar içerisinde inşaattan kaynaklı bir kriz ortamı hemen hiç oluşmadı! Oluştuysa da bize gösterilmeden kapalı süreçlerde derdest edilebildi. Hatta son dönemde gayrimenkul fiyatlarında yaşanan aşırı artışı incelediğinizde, boş konut ve ofis stokunun varlığından haberdar olmasanız, arzın eksik kaldığını bile düşünebilirsiniz!

Yasalarla ne kadar oynarsanız oynayın ve ne kadar bir piyasa aktörü gibi rol üstlenirseniz üstlenin, büyük bir pazarınız yoksa yaklaşık 70 sene boyunca neredeyse sürekli belirli bir oranın üzerinde gerçekleşmiş arza talep bulmak imkânsızdır. Evet, son dönemde metropollerde ve özellikle İstanbul’da gayrimenkul fiyatları küresel benzerlerine yaklaşmıştır ve bunda yapılan yasal düzenlemelerle yabancıların Türkiye pazarına girmesi de etkili olmuştur ama yabancılara gayrimenkul satışı hâlâ toplamın küçük bir oranına karşılık gelmektedir. Esasen talepte sürekliliği sağlayan bu büyük pazar öncelikli yatırım aracı olarak gayrimenkulü gören iç pazardır. 

Elbette çok daha büyük araştırmalara konu edilmesi gerekir ama insanların gayrimenkul ve özellikle konut sahibi olma isteklerinin arkasındaki motivasyon, kanımca, Türkiye’nin bir türlü sosyal devlet olmayı becerememesi, vatandaşlarının geleceğini garanti altına alan sosyal politikalar üretememiş olmasıyla ilişkilidir. Başka bir ifadeyle, Türkiye’de yaşayan insanlar, güvenebilecekleri bir sosyal devlet olmadığından, kendilerinin ve ailelerinin geleceğini gayrimenkul ve özellikle konut yapmak/almak üzerinden garanti altına almaktadırlar. İmkân bulabilen herkes yaşadığı dönemin gerçekliklerine, olanaklarına ve elbette kendi bütçesine göre yatırımını yapmış ve bir gayrimenkul sahibi olmuştur. Bu, yasal, düzgün ve güvenli bir konut olabileceği gibi, üzerine katlar çıkılmış bir gecekondu ya da imarını bekleyen bir arsa da olabilir. Geleceğinizden şüphe duyarsanız, çocuklarınızla tatile gitmek yerine imara açılması olası bir arsa daha satın almak üzere para biriktirmeyi tercih edebilir; ya da küçücük bir konutta kalabalık bir nüfusla yaşar, çocuklarınızı okula göndermek yerine çalıştırır ve en azından (erkek) çocukların her birine konut alana/yapana kadar bu hayatı sürdürmeyi gerekli görebilirsiniz. Orta sınıflaşma süreci çok uzamış Türkiye’de uzun yıllar boyunca, bu davranış kalıbı sıradan sayılmıştır. İhtiyaç olmamasına rağmen sürekli yeni arazilere imar verilen, imarı alan arazi üzerinde neredeyse istisnasız şekilde inşaata girişilen ve çoğu kalitesiz ve dayanıksız inşa edilen bu yapıların afetlerden kaynaklanan riskler ve artan yaşam kalitesi çerçevesindeki tercihler sonucu yıkılıp biraz daha güvenli ve kaliteli olarak yeniden yapıldığı bir kentleşme modelidir bu. Bu döngüde yer alan her vatandaş için hedef, dillere pelesenk olmuş rantı oluşturmak, artırmak ve gerçekleştirmektir nihayetinde, ama bu lanetlenecek büyük zenginliklere karşılık gelmez, karın tokluğuna yapılan işlerin ya da bitirilen okulların sunamadığı gelecek garantisini sunsun, sınıf atlamaya yönelik umudu korusun diyedir çoğu zaman.  

Bu çerçevede, Türkiye’de kentleşmeyi rant üzerinden oluşturulan bir sosyal güvenlik mekanizması olarak tanımlamak çok da yanlış olmaz. Böyle bir kentleşme sürecinde depreme dayanıklılık, kalite gibi özellikler elbette yapılaşmanın öncelikli meseleleri olmayacak ve ancak sınıf atlama imkânı oluşursa gündeme gelebilecektir. Afetlerin kadere havale edilmesi dinsel açıklamalar sebebiyle değil, çoğunlukla çaresizliktendir! 

Son deprem felaketi, bir yandan neoliberal şehircilik bağlamında sermaye birikimi sağlayarak ekonomiyi canlı ve büyür tutarken bir yandan da yukarıda açıklanmaya çalışıldığı haliyle bir tür sosyal güvenlik sistemi gibi çalışan Türkiye kentleşmesini sorgulamak ve önceliklerini daha mutlu ve güvenli bir kentsel ortam oluşturma hedefine yönelik olarak yeniden belirlemek için bir fırsattır. Ancak böyle bir kentleşme modelini salt imar düzenlemeleriyle gerçekleştirmek mümkün değildir. Özenle geliştirilmiş kentleşme politikalarına eşlik edecek sağlam bir sosyal güvenlik sistemi olmadan (son depremle devletten talep edilmeye başlanmış olsa da) yukarıda tarif ettiğim davranış eğilimini değiştirmek mümkün olmayacaktır. Bir başka deyişle, sosyal adalet sağlanmadan mekânsal adalet sağlanamayacaktır. 

İnsanların güvenli işleri olduğunda, gelecekleri sosyal devlet tarafından garanti altına alındığında daha fazla imar ve inşaat yönündeki baskılar azalacak, kentleşme süreçlerini kontrol etmek, mülkiyet haklarını sınırlandırmak, gerçekleşen rantları vergilendirmek ve kiraları makul seviyelerde tutmak mümkün olacak, ancak o zaman mekânsal adalet sağlanacak ve herkes için afetlere karşı daha dayanıklı kentler oluşacaktır. 

KAYNAKÇA:

Klein, Naomi (2010) Şok Doktrini: Felaket Kapitalizminin Yükselişi, Agora Kitaplığı.
Klein, Naomi (2010) Şok Doktrini: Felaket Kapitalizminin Yükselişi, Agora Kitaplığı.
Beck, Ulrich (2019) Risk Toplumu: Başka Bir Modernliğe Doğru, İthaki Yayınları.
Bora, Tanıl (2016) İnşaat Ya Resulullah, Birikim Kitapları. 

Metropollerde orta sınıflaşma süreci belirli bir aşamaya geldiğinden bu kalıbın da kırılmaya başladığını söylemek mümkün. Henüz talebin eksilmeden, hatta artarak sürdüğünü görünce Anadolu’nun metropollere yatırım yapıyor olması ve elbette yabancılara mülk satışı geliyor akla. Burada, ayrı bir yazının konusu olması gereken ve devletin son dönem kentleşme politikalarına damgasını vuran ama farklı parametrelerle tartışılması gereken neoliberal kentleşme de devreye giriyor.