Marmara Depremi’nden sonra, “ev yapmak” yerine, evlerin yıkılmasını engelleyecek tedbirler alınacağı umut edilmişti. Ne var ki Cumhurbaşkanı’nın ilk mesajından sonra hiçbir şey değişmediği görüldü.

Depremin sosyolojisi
Fotoğraf: AA

Türkiye’de çoğu insanın doğrudan ya da dolaylı bir deprem deneyimi vardır. Zira ülke geçmiş yıllarda kırılan/kırılmaya eğilimli fay hatlarında; yani deprem coğrafyasındadır. Dolayısıyla devletin de bir deprem tecrübesi vardır. Ayrıca sonraki kuşaklara aktarımı sağlanmamış olsa da derin bir deprem hafızası da oluşmuş durumdadır.

Bireyler ve topluluklar gibi devletin deprem tecrübesinde de zamanla bir gelişme olması beklenir ve bir ölçü de bu da olmuştur. Mesela depremden kurtulabilen vatandaşların “açıkta bırakılmaması” gibi koruyucu söylemlere eşlik edecek şekilde çok katlı “deprem evleri” inşa edilmiş; “anahtar teslim” törenler yapılmıştır. Her depremden sonra ilgililerin konuşmalarına ve yapılan işlere bakılırsa devletin en büyük deprem tecrübesi inşaat yapmak olmuştur.

Gerçi 1999 Marmara depremindeki büyük yıkımlardan sonra, vatandaşlarına “ev yapmak” yerine, evlerin yıkılmasının önüne geçmeyi mümkün kılacak tedbirler alınacağı yönünde umutlar oluşmuştu. Hele de inşaat yapımına getirilen düzenlemeler ve “deprem vergisi” gibi bu alanı tanzim etmek için ciddi gelir elde etme araçları bu beklentiyi güçlendirmişti. Ne var ki şimdi on vilayeti etkileyen 6 Şubat depreminin bütün ağırlığı devam ediyorken, bölgeyi ziyaret eden Cumhurbaşkanının daha ilk mesajına bakılırsa pek bir şey değişmemiştir. Bu ilk mesaj, her zaman olduğu gibi “evleri yıkılan ailelere bir yıl içinde yeni evlerin inşa edilerek teslim edileceği” vaadiydi. Özetle depreme dair bunca deneyime rağmen devlet politikaları açısından en belirgin sonuç daha fazla inşaat yapmak olmuştur. O kadar ki yeni şehirler kurulmuş, eskiler de yeniden inşa edilmiştir. Bugün de aynı politika devam etmektedir.

DEPREM BİR FELAKET DEĞİLDİR

Kuşkusuz deprem kendi başına bir felaket değil, bir doğa olayıdır. Jeofizikçilerin ve jeologların pek çok biçimde inceledikleri gibi kırılmaya yüz tutmuş fayların hareketi ile ortaya çıkmaktadır. Bu hareket bir enerjinin toplanma ve belli bir noktada patlama halinin bir sonucudur ve belirli periyodlarla ortaya çıkmaktadır.

Depremin bir felakete dönüşmesi, bu doğa olayının kendisiyle değil, sonuçlarıyla ilgilidir. Ne kadar binanın yıkıldığı, ne kadar insanın ve hayvanın öldüğü, ne kadar insanın açıkta ya da sakat kaldığı, ne derinlikte ekonomik yıkıma yol açtığı vb. ile ilgilidir. Bu sonuçların ortaya çıkmasını sağlayan durum ise şehirleşme, konum ve mekân kaliteleri ile depreme hazır olup olmamakla ilgilidir. Dolayısıyla depremin felakete dönüşmesini sağlayan faktörleri sistemlerin politika ve uygulamalarında aramak gerekir. Şehirleşme ve inşaat süreci deprem olgusu dikkate alınarak yapıldığında deprem, pekâlâ bir felakete yol açmadan, bir doğa olayı olarak kalır. Sel, çığ, yıldırım düşmesi, yağmur gibi. Nitekim dünyada bunun örnekleri çoktur. Mesela Japonya şehirlerinde 8 ve daha üst şiddette meydana gelen depremlere karşın ölü sayısının neredeyse iki elin parmağını geçmemiş; daha yüksek şiddete rağmen, deprem, felakete dönüşmemiştir.

Ama Türkiye’de 6 şiddetinde bir deprem bile pekâlâ bir felakete dönüşebilir ki bunun çok sayıda örneği vardır. Mesela 19 Ağustos 1966’da Varto’da 6,9 şiddetindeki depremde 2 bin 396 kişi, 6 Eylül 1975’de Lice’de 6,6 şiddetindeki depremde 2,385 kişi, 30 Ekim 1983’de Erzurum’da 6,9 şiddetindeki depremde bin 155 kişi, 13 Mart 1992’de Erzincan’da 6,8 şiddetindeki depremde 653 kişi ölmüştür. Daha çok örnek var. Bütün bu örneklerde deprem gerçek bir felakete dönüşmüştür. Bugün yaşadığımız 6 Şubat depremi bir felakete dönüşmüş müdür? Kuşkusuz, hem de çok çok ağır. Ama bunun nedeni ne depremdir ne de kader.

TÜRKİYE’NİN ŞEHİRCİLİK VE DEPREM DENEYİMİ

Türkiye’de şehirciliği, rant üretmeyi mümkün kılan bir araç olarak görenler için deprem, hiçbir zaman öğretici bir tecrübe bile olmamıştır. Bu yüzden ülkede kentsel tahribata yol açan bütün deprem deneyimleri sonuçları itibarıyla birbirinin tekrarı gibidir. Depremler, meydana geldiği şehrin bir kısmını yıkmış, binlerce insan ölmüş ama şehir yine aynı yerde veya yakın çevresinde kurulmuştur. Adeta yeni bir felaketi davet eder gibi.

Mesela 1939 Erzincan depremi şehrin tümünü yıktığı ve 32 bin 968 kişi öldüğü halde, şehir biraz ötesinde yeniden kurulmuştur. Böyle olduğu için 26 Temmuz 1967’de 5,9 şiddetinde bir deprem daha yaşamış ve 97 kişi ölmüş; 13 Mart 1992’de 6,8 şiddetinde bir deprem daha yaşamış ve bu kez 653 kişi ölmüştür. Aynı şekilde fay hattı üzerinde bulunan Bingöl’de 22 Mayıs 1971’de 6,8 şiddetinde bir deprem olmuş ve 878 kişi hayatını kaybetmiştir. Aradan 32 yıl geçtikten sonra 1 Mayıs 2003 tarihinde aynı yerde 6,4 şiddetinde bir deprem daha meydana gelmiş ve 176 kişi ölmüştür. Başka örnekler de vardır ama mesela Sakarya’da da 1943, 1967 ve 1999 yıllarında üç büyük deprem olmuştur. Her bir deprem arasındaki süreler dikkate alınırsa dördüncüsü de gelmektedir. Ama her depremden sonra şehir yeniden ve aynı şekilde inşa edilmiştir.

Bu örneklerdeki gibi bütün deneyimlere baktığımızda Türkiye adeta depremle inatlaşan bir ülke gibidir. Bu inatlaşma sadece fay hatları üzerinde yıkılan şehirleri yeniden kurmak biçiminde değil, şehirlerin içinde adeta boşluk bırakmayacak şekilde inşaat yapmak biçiminde de kendini gösterir. Mesela 1999 Marmara depreminden sonra sadece İstanbul’a olağanüstü durumda “Deprem Toplanma Alanı” olarak belirlenen 470 yerden 300’ü yerlerini inşaatlara bırakmıştır.

Şimdi 6 Şubat depreminde gördüğümüz durum bütün bu deneyimlerin yeni bir örneğidir. Kahramanmaraş merkezli olsa da coğrafi alan olarak on vilayeti (Gaziantep, Kilis, Hatay, Urfa, Adıyaman, Diyarbakır, Adana, Malatya, Osmaniye) ve 13,5 milyon kadar büyük bir nüfusu etkilemiştir. Şehir merkezlerinde bir kısmı daha çok yeni yapılar ve kamu binalarının dâhil olduğu binlerce yapı yıkılmıştır. Hayatını kaybedenlerin sayısına dair veriler her gün değişse de daha şimdiden on binlerce kişiye ulaştığı görülmektedir.

Depremin büyük bir felakete dönüşmesinin en önemli nedeni kuşkusuz bu şehirlerin bir beton yığınına ve dolayısıyla normal olmayan bir nüfus artışına tanıklık ve ev sahipliği yapmalarıdır. Depremden etkilenen on vilayetin şehir merkezinde son yirmi yıl içindeki nüfus istatistikleri kendi başına bu şehirlerin nasıl taşıyamayacakları kadar büyük bir yükün altına girdiklerini göstermektedir. Şehir merkezlerinin 2000 ve 2022 nüfus miktarı, bunların her birinde nüfusun ortalama iki misli, bazılarında daha fazla arttığını göstermektedir. Her şehir merkezi için iki veriye birlikte baktığımızda; Adana 1 milyon 397 bin /2 milyon 263 bin 273, Adıyaman: 338 bin 939/632 bin 148, Diyarbakır: 819 bin 692/1 milyon 791 bin 323, Gaziantep 1 milyon 9 bin 126/2 milyon 130 bin 432, Hatay; 581 bin 341/1 milyon 670 bin 712, Maraş: 536 bin 7/1 milyon 171 bin 298, Kilis 74 bin 985/145 bin 826, Malatya: 499 bin 713/808 bin 692, Osmaniye: 311 bin 994/553 bin 12, Urfa: 842 bin 129/2 milyon 143 bin 20 olduğunu görürüz. Bu normal olmayan nüfus artışı, tarımsal alanların ve kent çeperlerinin imara açılmasıyla birlikte gerçekleşmiştir. Daha küçük ölçekli bir depremin bile bir felakete dönüşmesi için bu durum zaten açık bir davettir. Başka bir deyişle felaketin nedeni ranta dayalı şehircilik politikaları ve uygulamalarıdır.

6 ŞUBAT’IN SOSYOLOJİK GÖRÜNÜMLERİ

6 Şubat 2023’de art arda gelen iki büyük depremin daha şimdiden ortaya çıkmış sosyolojik pek çok görünümü de ilgi çekicidir. Bunların en başında depremle ilgili resmi kurumların kifayetsiz kalmış olması gelir. Depremin ilk gününden beri binlerce aile enkazların başında çaresizce bir kurtarıcı ekip bekledi. Binlerce insan yıkıntılara zamanında müdahale edilemediği için öldü. Kurtulabilenler şehir dışına çıkamadı. On binlerce insan özellikle 3-4 gün sıcak çorba bulamadı, tuvalet bulamadı, su, ekmek bulamadı. AFAD başta olmak üzere ilgili resmi tüm kurumlar ya işlevsiz ya da çok geç kaldılar. Deyim uygunsa resmi kurumların büyük bir bölümü de adeta enkaz altında kaldılar.

Buna karşın ülkenin (ve dünyanın) her yerinden yardımlar aktı. Bir kez daha gördüğümüz gibi “dayanışma” (ki olağanüstü durumlarda hemen devreye giren ve keskin gerilimlerin çatışmaya dönüşmesini önlemede de en önemli işlevi gören) Türkiye’nin kültürel geleneğinin özgün bir mekanizması olarak çok önemli bir işlev gördü.

Ülkenin siyasal sistemine ve diline artık tümüyle egemen olmuş otoriterlik, depremle birlikte bambaşka ve yeni bir tahribat yarattı. Sosyal medyaya kısıtlama getirmek, muhalefet partilerini suçlamak, muhalefet partilerin belediye başkanlarını suçlamak ilginç yansımalar olarak ortaya çıktı. Bu siyasal söylem ve tutumlar sokaklarda da karşılık buldu ki yardım ve destek için bölgede bulunan muhalefete mensup belediye başkanı ve gazeteciler saldırıya uğradı. Otoriterliğin bir örneği de bölgede üç ay süreli OHAL ilan etmek oldu. Oysa Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine geçme gerekçelerinden en önemlisi, olağanüstü durumlara hızlı müdahale imkânı sağlamış olmasıydı. Bu durumda başka gerekçeleri yoksa OHAL ilanı, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin işlevsizliğinin bir itirafı olarak da okunabilir.

Bu arada depremin yepyeni bazı sosyolojik hallerinden söz etmek de mümkün. Bir köpeğe serum vermek, bir kediyi yıkıntıların başında beklemek, bir serçeye avuçta su ve yiyecek vermek. Kısaca, hayvanlara gösterilen toplumsal özenin örnekleriydi. Hayvanların, özellikle sahiplerini korudukları, zor durumda onları terk etmedikleri bilinmekteydi. Ama tersi örnekler ne yazık ki oldukça azdı. Bu depremde tam da bu örnekler çok daha fazla ortaya çıktı. İnsan-hayvan diyalektiği ve birlikte yaşama kültürü açısından son derece özgün, yeni, olumlu ve umut verici örnekler olarak bunu da kaydetmek gerekir.

DEPREM POLİTİKALARI İLE YÜZLEŞMEK

Türkiye’nin deprem olgusu pek çok şehirde köklü bir bellek oluşturmuştur. Şehirlerin belleği küresel dünya için olduğu kadar, kendileri için de çok önemli bir ders alanıdır. Bu deneyimi yaşamış şehirlerin, belleğindeki bu olguyu görünür hale getirmeleri beklenir. Erzincan, Varto, Afyon, Bolu, Adapazarı, Düzce, Bingöl, Van. Şimdi onlara yenileri eklendi. Yalova’da inşa edilen Deprem Anıtı ve Adapazarı Deprem Müzesi dışında (ki bunlar da olması gerekenin yanında sıradan örnekler) bütün bu şehirler, kendi gerçek yıkım tarihinden söz etmeden depremi konuşuyorlar. Tıpkı ülkenin genelinde olduğu gibi. Türkiye’nin güçlü, köklü deprem hafıza mekânlarına ihtiyacı var.

Asıl yüzleşilmesi gereken, sistemin başından beri ısrarla izlediği depreme dair politikalardır. Bu politikaların en önemli özelliği de depremi yok sayacak kadar gözünü rant hırsının bürümüş olmasıdır. Güya depreme karşı tedbir olarak sunulan “kentsel dönüşüm” bile gerçekte kentsel rantın maksimum düzeyde üretilmesi ve paylaşılmasını mümkün kılan bir araç olarak işlemiştir. İlgili kurumların “kentsel dönüşüm”e dört elle sarılmaları gerçekte bütün bu rant politikaları nedeniyledir. Böyle olduğu için “kentsel dönüşüm” uygulamaları şehirlerde genellikle konut stokunu ve nüfusu daha da arttırmış ve olası bir depremde daha büyük kitlesel yok olmanın şartlarını hazırlamıştır.

Bazı şehirlerin merkezi alanlarında kalan ve henüz yapılaşmadıkları için şehirlerde görece yeşil alanları oluşturan eski askeri bölgelerin bile hızla imara açılması bu rant politikalarının bir ürünü ve sonucudur. Bu alanların bir kısmında adeta vakit kaybetmeden yoğun bir inşaat süreci başlamış bulunuyor. Kısaca şehirler gerçek anlamda beton yığınına dönmüş durumda.

Hal böyleyken felaketin asıl sebeplerini dışarıda bırakarak, enkazların altında kalan ve hayatını kaybeden milyonlarca insana “bunların kaderde olduğu”nu söyleyerek “sabır” tavsiye etmek, şehirlerin, insanların ve hayvanların kırımına yol açan bütün büyük suçları örtmekten başka ne işe yarar? “Milletçe birlik ve beraberlik” söyleminin, şehirleri kendi özel mülkü gibi imara açıp az sayıda insanı aşırı zengin hale getiren politika ve pratikleri öretmekten başka ne işlevi var? Nasıl bir “milli birlik”tir bu?

Yakınlarını kaybeden, umutları tükenmiş milyonlarca insana bir siyasal sistemin “evlerinizi yeniden inşa edip vereceğiz” demesi ya da parasal destek vaat etmesi veya yapması bütün diğer detaylar yok sayıldığında bir devletin dili ve hali olabilir mi? Devlet olmak, bundan daha fazlasını gerektirmiyor mu? Mesela felaketlerden sonra yardım etmekten çok, felaketlerin meydana gelmesini önlemek gibi.

Bütün bunlar gerçekten “kader”den mi? Mesela bugünkü depremin yerle bir ettiği şehirlerde tarımsal alanları, kentlerin çeperlerini imara açanlar, buralara çok katlı yapıların inşasına izin verenler, şehirlerin neredeyse bütün boşluklarını, hatta deprem toplanma alanlarını bile inşaatlarla dolduranlar ve bütün bu alanları kaçak yapılarla talan edenlere “imar barışı” adı altında yasal izin ve imkan sağlayanların ve onların arkasındaki politik karar vericilerin bir suçu, haydi “kader”e uygun dille söyleyelim, bir “günahı” yok mu?