Nedensellik, temsil gibi muhakemenin temelini oluşturan mekanizmalar artık yok olmuştur, artık iletilen, alınan, üretilen ve tüketilen vardır; üstelik bunlar birbirinin aynısıdır.

Descartes’ten Tiktok’a: 21. yüzyılda hakikat
Rene Descartes

Yusuf Tuna Koç

Felsefe her ne kadar akla gelebilecek ve gelemeyecek her şeye kadar genişletilebilir bir bilim üstü çaba olsa da tarih boyunca en kritik tartışma ve kopuşlar her zaman düşünme yetisinin kendisine doğru olmuştur. Platon’un idealarından Descartes’in Tabula Rasa’sına düşünen ve düşünülen arasındaki gerilim ve imkânlar, bize yalnızca farklı çağ ve kültürlerde yaşayan filozofların birbirlerine düştükleri notları değil, aynı zamanda etraflarında değişen dünyayı da anlatır.

Örneğin Rene Descartes, o dönem henüz daha yeni keşfedilmiş bonolara yaptığı yatırımlarla Hollanda’da, katıldığı ve tanık olduğu savaşların hatırasıyla refah içerisinde yaşarken, onu “Düşünüyorum öyleyse varım” sözüyle ünlenen düşünsel ‘meditasyonlarına’ iten, dönemin geometri birikimi ve Galileo’nun keşifleriyle tanışması olmuştu.

Fransız filozof, yaşadığı gezegen ile yıldızlar arasındaki mesafeleri keşfeden insanlığı hayretle düşünürken, sonsuz ve karanlık evreni aydınlatacak kıvılcımı, insan zihnindeki şüpheye yerleştirmişti. Analitik geometrinin mucidi için insan aklı, sonsuza uzanan apsis (X) ve ordinat (Y) uzamlarının O’su, başlangıç noktasıydı. 

Fakat filozoflar peygamber değillerdir ve hızla değişen dünyanın yeni düşünürleri, eskilerinin üstünde tepinirken taşlanma kaygısı yaşamazlar. Nitekim, hayatının on yılını yalnızca okumak ve yazmaya ayırdığı için belki tarihte ilk kez “Öğrenmiş Hastalığı” teşhisi konulan Hume, Descartes’in bahşettiği kıvılcımı, Fransız filozofun rasyonel aklını yıkmaya harcamıştı. İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme’de, Descartes’in göklere çıkardığı aklın muhakeme yetisinin temellendirilemez bir sanı olduğunu iddia ederek, saf aklın yetkinliğine olan inancı yerle bir ederken, dayanağı hemşerisi Newton’un fizik dünyasına yaptığı katkılardı. Geometri ve astronominin altın çağında yaşayan Descartes’i, bir kaldıraçla yenmişti. Dönemin trendi, deney ve gözlem metotları temelinde yükselen fen bilimleriydi ve tüm hayatımızı saran mekanik, gözlem ve tecrübe ile anlaşılabiliyorduysa, bu dünyada kendinden yetkin, yalnızca şüphe ederek hakikate ulaşabilen bir akıl olamazdı, hakikat aklımızda değil çevremizdeydi ve biz onu ancak gözlemleyerek anlayabilirdik, varsayarak değil. Bilgiye ulaşmanın temelindeki saf, a priori muhakememiz temelsiz bir sezgi, his olabilirdi.

Descartes’in saf aklı ile Hume’un sezgilerini Kant sentezleyerek yeni bir metafizik kurmuştu. Yazının konusu olmadığı için Kant’ın felsefesinin detaylarına girmeyeceğim, ancak Kant’ın sistemi, felsefede yeni bir çağ açmış ve Aydınlanma geleneğinin felsefi ve etik temellerine büyük katkılar yapmıştı. Fakat tüm bu katkılar, düşünen ve düşünülen arasındaki ilişkiye dair tartışmaları bitirmemiş, yeni yataklar açmıştı. 

***

Bitmeyen, biçim ve lügat değiştiren bu tartışmayı, bilinen ile sezilen arasındaki ilişki ve farklara yönlendirdiğimizde, bugüne dair yeni ne söylenebilir? Bugünün düşün dünyasında düşünen ve sezen, düşünülen ve sezilen, geçmişle aynı şekilde anlamlandırılabilir mi?
Bir yeni medya ve enformasyon çağında yaşıyoruz, geçmiş yüzyıla kıyasla tüm dünyamızı mutlaka önce sınırlandırarak anlıyoruz. Bir yandan, bugün bilgi tanımımıza giren her şeyle mesafemiz teknoloji sayesinde sıfır noktasına indi, diğer yandan, bu bilginin ne’liği kadar onu nasıl bildiğimizin cevabı da bir o kadar uzak. Bu yeni dünya ile bugün kurduğumuz ilişki, Heidegger’in, Zuhandenheit (el-altında-olma-durumu) tanımına çok uygun. Yeni dünyamız, elimizin altında olduğunu bildiğimiz fakat -henüz- özüne dair bir düşünme eylemine geçmediğimiz şeyler bütünü.

Adlı adınca ‘enformasyon’, bilgi teknolojisi, yüzyıllarca tartışılan bilme felsefesi ile aynı yatakta akıyor olabilir mi? Geleneksel iletişim teorisindeki gönderici-ileti-alıcı ilişkisi ile Descartes’i, Hume’u, Kant’ı anlayabilir miyiz? Yoksa enformatik aslında bilgi olmayan başka forma mı işaret ediyor?

Bu soruya Baudrillard’ı çağırabiliriz. 20. Yüzyılın karamsar düşünürü, Simülakrlar ve Simülasyon kitabında, bugünün ‘dünyasında’ hakikati sembolize eden bir sembol kalmadığını, artık imgenin hakikati değil, hakikatin yokluğunu sembolize ettiğini ve bu yok’u imleyen sembollerin sembolize ettikleriyle değil yalnızca kendiliğinden semboller olarak var olduklarını iddia eder. Baudrillard’ın bu fazlaca basitleştirilmiş ve yorumlanmış özetinin bize anlattığı şudur; nedensellik, temsil gibi muhakemenin temelini oluşturan mekanizmalar artık yok olmuştur, artık iletilen, alınan, üretilen ve tüketilen vardır; üstelik bunlar birbirinin aynısıdır. 

İletilen ve alınan yerine üretilen ve tüketilen kavramları, enformatiği de bilim felsefesini de bugünden düşünürken daha açıklayıcı roller üstlenebilir. Ne de olsa geçmiş yüzyıllar nasıl geometri ve yerçekimini düşün dünyamıza kattıysa, 20. Yüzyıl da üretim bantlarını kattı. Bu mekanik gelişmenin dünyayı tecrübe etme biçimimizi nasıl değiştirdiğini anlamak için, dönemin ‘marjinal’ resim akımlarına, kübizme, ekspresyonizme bakılabilir, resmedilen dünyanın süratinin ve mekaniğinin izleri resimlerde görülebilir. 

Baudrillard ise üretim bantlarının hızına değil yarattığı dünyaya odaklanır. Ve sembollerin, imgelerin, düşünme mekaniğimizi oluşturan "bir şeyi başka bir şeyle anlama" yetimizin değişimine dair önermede bulunur. Bir şeyin olmayışını, sahteliğini imleyen imgeleri en çok 60’lar sonrası Amerikan sinemasına dair incelemelerinde anlatır. 20. Yüzyılın tecrübe edilen dünyası için resimden daha çok üzerine konuşulması gereken sanat da sonuçta sinemadır.
21. Yüzyılda sinemanın yerini yeni medyanın aldığını biliyoruz. Ancak değişen yalnızca 35 mm’lik filmlerin yerini bir karışlık ekranların alması değildir. Sinema fiziksel dünyanın yeniden imgelenmesiyse, yeni medya da en çok "kanıların" yeniden kurulumudur. Üstelik imgenin nerede başladığı, kanının nerede bittiği ise belirsizdir. Descartes ve Hume’u yeniden çağırmamız gereken belirsizlik tam olarak burasıdır. Çünkü yeni dünyamızda, düşünülenin formu artık sezgiseldir, sezilen ise mutlaka önümüzde bir fikir, "espri" ile çıkar. İdeanın fetişize, fetişin ise idealize formlarının üretildiği grift bir anlam dünyası içerisinde buluruz kendimizi. Örneğin sosyal medyada gördüğümüz bir sav, bir duruş beyanı, üzerine düşünmeyi gerektirmeyecek kadar apaçık bir nedensellikle inşa edilmiştir ve tam da bu yüzden düşünsel değil sezgiseldir. Çünkü bizi düşünmeye değil çoktan düşündüğümüzü, düşünme biçimimize uygun gördüğümüzü alımlamaya çağırır. "Argümanla" ilişkimizi muhakemeyle değil alımlama ile kurarsak onu düşünmeyiz, fetişize ederiz ki nitekim böyle bir forma sahiptir. 

Diğer yandan, hayatımızda, doğrudan tüketime dair olan tüm metalar, tüm nesneler artık duyularımızdan daha fazla düşün ve anlam dünyamızla ilişkili olarak üretiliyor ve tüketiliyor. Bir metaya, hayatımızı tecrübe ediş şeklimize olan katkısıyla yaklaşır hale geliyoruz, bunun için onun lüks ya da temel ihtiyaç olması da önemli değil. Kahveyi nasıl, ne zaman, nerede içtiğimiz sorularının her biri birer neden sorusuna iliştirilmiştir. Bir gömleği giyme biçimimiz de. 

Baudrillard’ın iddiası ile artık hiçbir hakikati imlemeyen, imge ve kanının birbirine girdiği bu yeni formları devinim halinde üreten ve tüketimimize sunan yeni dünya, düşünen ile düşünülen hakkında zor sorular ortaya çıkarıyor. Özellikle bu dünya ile aramızdaki anormal yakınlık, ona belirli bir mesafeden, bir O noktasından bakabilme, ölçüp tartabilme imkânını zorlaştırıyor. Üstelik tüketildikçe üretilen, dolayısıyla düşünme yetkinliğimizin üzerinde bir nicelikle maruz kaldığımız bu kanı-imgeler yalnızca düşünebilme imkânlarımızı değil, düşünülenin ne olduğunu açığa çıkarabilmeyi de kendine özgü bir meşakkat haline getiriyor. Bu sınırsız maruz kalma halimizle, yalnızca etrafımızdaki dünya değil, düşündüklerimiz de her gün yeniden sorgulamaya tabi hale geliyor. 

Bu sorun tespitinden bir çözümlemeye ulaşmak kolay değil. Ancak bu dünyanın mekanizmaları içerisinde "doğal olmayanı" ayırt edebildikçe ilerleyebilmek mümkün.

Örneğin, Baudrillard’ın üretilen ve tüketilenlerin birbirinin aynısı tespiti, bugün olduğu gerçekliği ile önümüzde duruyorsa, yaşadığımız vasatın, eskinin uzatılmış bir ölümünün bir sonucu olarak görebilir miyiz? Ve tabii bu ölümün, yeniyi doğuramadıkça çürüttüklerinin. Belki bu sorunun cevabını, bugüne içkin başka başlıklar ile düşünerek yanıtlamak gerek.  
Bu yüzden, bugünün siyasi fenomenlerini; popülizmi, reaksiyonerliği, toplumsal muhalefetin siyasal alana anlık ve kesintili müdahalelerini düşünürken kullanılabilmesi niyeti ile bu yazıyı sunuyorum.