Son zamanlarda izlediğim filmler ya da okuduğum romanların çoğunda, izole edilmiş bireylerle karşılaşıyorum sık sık. Yalnızlık meselesi, gittikçe ağırlaşan toplumsal bir soruna dönüşüyor. Bir Afrika atasözüymüş: “Eğer daha hızlı gitmek istiyorsan yola yalnız çık, ama daha uzağa gitmek istiyorsan birlikte…” Belki de bu yüzden her şey hızlanırken uzak gelecek belirsizleşiyor, çünkü sosyal bağlar zayıflıyor. ABD’de 1984’te yapılan bir araştırmada insanlara kaç sırdaşınız var diye sorulmuş ve çoğunluğun verdiği yanıt üç olmuş. Aynı soru 2004’te bir daha sorulduğunda, Amerikalıların dörtte birinin hiç kimseyle açık ve samimi bir şekilde konuşamadığını ortaya çıkarmış. Ben bu verilere, John T. Cacioppo ve William Patrick’in ‘Loneliness’ adlı kitabında rastladım.

Şimdi bu araştırma tekrarlansa nasıl bir sonuçla karşılaşılır kim bilir? Türkiye’de de benzer bir eğilim olduğu ortada. Mesele sadece sosyal bağlantı da değil, sosyalleşilecek ortamlar bulunabilir, önemli olan kişinin bir anlam bulduğu, çeşitli açılardan tatmin olduğu ilişkiler içerisinde bulunması. Sevmediğiniz ya da konuşmaktan sıkıldığınız akrabalarınız ya da iş arkadaşlarınızın olması, bağlantıda olduğunuz anlamına gelmiyor.

Aynı yıllara ait sağlık araştırmalarının sonuçlarına bakınca da, aşırı yeme içme, depresyon ve kaygı bozukluğunun da benzer bir hızda arttığı görülüyor. Yalnızlık, aynı zamanda toplumsal bir sağlık sorunu olarak da karşımıza çıkıyor.

Kapitalizm, yataydan ziyade dikey hareketliliği öne çıkartan kültürel bir etkide bulundu. Herkes bulunduğu yerden yukarıya doğru hareket edebilmek için rekabet etmek zorundaydı. Öteki alt edilmesi gereken bir rakibe, hatta düşmana dönüştü. Kişisel gelişim kitaplarında, nasıl kimseye ihtiyaç duymadan kendi ayaklarınız üzerinde özgür ve bağımsız olabileceğiniz, kendinizi ve başkalarını nasıl manipüle edebileceğiniz anlatıldı. Huzur mu istiyorsunuz, meditasyon yapıp zihninizi boşaltın ve her sabah tazelenmiş enerjinizle çalışmaya devam edin. Netflix’te ‘Take Your Pills: Xanax’ adlı belgeselde de anlatıldığı gibi, antidepresanlar ve vitamin hapları en büyük yardımcnız. Yatay hareketlilik, aynı zamanda dayanışmayı çağrıştırdığı ve siyasi sonuçları olabildiği için tehlikeli olarak kodlandı. Yalnızlaştırılan kişi daha iyi bir tüketiciydi, daha kolay yönlendirilebilirdi. Sosyal bağların zayıflaması, aynı zamanda normları da tehlikeye soktu, her şey normal olabilirdi. Bunun doğal sonucu olarak gerçeklik parçalanmaya ve hakikat sonrası çağ dedikleri bir sürece girildi.

Bu dikeyleşme eğilimi şehirleşmede de kendini gösterdi, yatay uzanan mahalleler kentsel dönüşümle birlikte gökdelenlere bıraktı yerini. Örneğin eskiden İstanbul’un her mahallesinin bir insan profili, dokusu, kültürü varken, şimdi her yer her yere benzemeye başladı. İnsanların birbirlerini tanıdığı, hatta sokaklarındaki kedilerin ya da köpeklerin bile adlarını bildikleri o mahalleler, hafızalarıyla birlikte ortadan kaldırılıyor yavaş yavaş. Bu yalıtılmışlık, insanlar arasındaki deneyim paylaşımını da sonlandırdı. Halbuki kültür ve anlamlı yaşamın ipuçları, özellikle bu deneyim paylaşımlarıyla oluşur.

Sosyal sermaye denilen şey, sosyal ağlar içinde kendisine yer bulmuş erdemli yurttaşlardan oluşur ve bu sermaye türü geleceğin inşası için elzemdir. Yalıtılmış tek tek erdemli insanların bulunduğu bir topluluğun varlığını sürdüremeyeceği açık.

Geleceğin politik güzergahı, tam da bu bağlantısızlık meselesine çözüm arayışlarından oluşacak gibi görünüyor, dikeyden yataya doğru her anlamda bir yönelişle.