Google Play Store
App Store

Dünya Anadil Günü vesilesiyle Türkiye’nin dil coğrafyasında vuku bulan hadiselere ve diğer ‘anadil’lere, nasıl bir adaletsiz muamele yapıldığına bakmak, sosyolojik ve politik bir önem taşımaktadır. Zira bu alan genellikle ülkedeki dilsel çeşitliliği tasfiye etmeyi amaç edinen deneyimlerle yüklüdür. Bugün o dilsel hiyerarşinin en üstündeki Türkçe ile altındaki Kürtçenin karşılaşma biçimlerine yer vermek istedim.

Cumhuriyetin resmi dili olarak Türkçenin hâkimiyet alanını geliştirme süreci, diğer dillerle ve özellikle Kürtçe ile sıra dışı muharebelere neden olmuştu. Ne zaman Türkçenin daha çok konuşulması-öğrenilmesini teşvik etme yönünde bir karar alınsa, öte tarafında genellikle Kürtçenin alanını olabildiği ölçüde daraltma hedefi yer alırdı.

20’nci yüzyıl içinde Türkiye’nin tüm nüfus sayımlarında, “Anadiliniz nedir?” sorusuna, genellikle “Türkçe” diye cevap verilmişti ve bu durum aslında ülkedeki sosyopolitik manzaranın bir yansımasıydı. Ama yine de veriler oldukça ilginç bir gerilim alanına işaret ediyordu. Mesela 1927’de yapılan ilk Genel Nüfus Sayımında anadilini ‘Kürtçe’ olarak ifade edenlerin sayısı 1 milyon 184 bin 416 kişiydi. Bütün ülkenin nüfusu ise 13 milyon 648 bin 270 idi. Bu verilere göre genel nüfusun yaklaşık yüzde 9’unun anadili Kürtçe idi. Ne var ki Cumhuriyet, daha sayım yapılmadan iki yıl önce; 1925 Takrir-i Sükûn kararları kapsamında ‘çarşıda pazarda’ bile Kürtçenin konuşulmasını yasaklamıştı.

∗∗∗

Ülkenin genel dil manzarası böyle olsa da, bazı şehirlerde veriler tam tersi sosyolojik bir manzara sunuyordu. Mesela 1927’de Diyarbakır’da anadilinin Kürtçe olarak ifade edenlerin sayısı 132 bin 109 kişi olduğu halde, Türkçe olanların sayısı 56 bin 191 idi. Yani diğerinin yarısı bile değildi. Bu fark bazı şehirlerde daha da büyüktü. Mesela Siirt’te anadili Kürtçe olanların sayısı 75 bin 962 iken, Türkçe olanların sayısı sadece 5 bin 479 idi. Van’da anadili Kürtçe olanlar 57 bin 723 kişi olarak kayıtlara geçmişti, buna karşın anadili Türkçe olanların sayısı 17 bin 399 idi. Mardin’de anadili Kürtçe olanlar 109 bin 841 iken, Türkçe olanların sayısı 11 bin 864 idi. Hakkari’de anadili Kürtçe olanların sayısı 17 bin 5 olarak kayıtlara geçmişti ama anadili Türkçe olanların sayısı sadece 1044 idi. Bitlis’te anadili Kürtçe olanların sayısı 67 bin 678 iken, Türkçe olanların sayısı 20 bin 689 idi.

Elazığ, Urfa, Ağrı ve sonraki yıllarda ‘vilayet’e dönüştürülen Adıyaman, Tunceli, Muş’ta da anadili Kürtçe olanların sayısı çoğunluktaydı. Üstelik anadili “Türkçe” olanlar içinde nüfus-iskân politikaları ile Karadeniz şehirlerinden, Balkanlardan ve Kafkasya’dan gelen-getirilen göçmenlerin yanı sıra kamu görevlilerinin de önemli bir yer oluşturduğu halde böyleydi. Ne var ki tuhaf şekilde, şehir ölçeğinde azınlık olan, çoğunluğun dilini yasaklamıştı. Hem de sadece resmi kurumlarda değil, çarşıda, pazarda yani sokakta da. Ne yazık ki ülkenin sosyolojisine de aykırı olan bu gayri-insani durum uzun yıllar ciddi bir eleştiriye bile konu olamamış; hatta ‘Ulus devlet kuruluyordu’ gibi bir gerekçeyle, bu ülkenin aydınları tarafından da meşrulaştırılmıştı.

∗∗∗

Öte yandan dil alanında arzu edilen resmi verilerin oluşması için sadece dil yasakları tercih edilmemiş; diğer dilleri konuşan nüfusu memleketlerinden koparmak için de türlü araçlar geliştirilmişti. Bunun herhalde en dikkat çeken biçimi iskân yasasıydı ki, dönemin İçişleri Bakanı yasanın amacını “bütün ülkede dil birliğini sağlamak” olarak açıklamıştı. Başka bir deyişle ülkenin bir ucundan öteki uçlarına dağıtılan yüz binlerce insanın göç öyküsünün temelinde ‘dil muharebeleri’ vardı. Keza aynı süreç içinde bu ülkenin milyonlarca çocuğu, kendi ülkesinde anadilini unutmak gibi bambaşka bir “vatandaşlık görevi”ne mecbur edilmişti.

Bugün elbette çok şey değişmiş bulunuyor. Artık ‘çarşıda pazarda’ bir dili yasaklama girişimi de, imkânı da yoktur. Ama sistemin hükmetme biçiminin izini sürdüğümüzde ilginç biçimde, yine ‘dil muharebeleri’ ile karşılaşırız. Metot ve araçlar değişse de zihinsel süreklilik işliyor ve bu durum bütün diğer gerilimlerin zeminini oluşturuyor. Dolayısıyla bugün Pomakçadan Zazacaya, Lazcadan Ermeniceye o adaletsiz dilsel hiyerarşi çözüldüğünde, ülkenin sosyolojisindeki ‘muharebeler’ de çözülebilir.